Vay Tiền Nhanh Chỉ Cần Cmnd Nợ Xấu. قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لَسْتُمْ عَلَىٰ شَيْءٍ حَتَّىٰ تُقِيمُوا التَّوْرَاةَ وَالْإِنْجِيلَ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ ۗ وَلَيَزِيدَنَّ كَثِيرًا مِنْهُمْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ طُغْيَانًا وَكُفْرًا ۖ فَلَا تَأْسَ عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ Kul ya ehlel kitabi lestüm alal şey’in hatta tükıymüt tevrate vel incıle ve ma ünzile ileyküm mir rabbiküm ve le yezıdenne kesıram minhüm ma ünzile ileyke mir rabbike tuğyanev ve küfra fe la te’se alel kavmil kafirın Kelime Okunuşu Anlamı Kökü الْكِتَابِ l-kitābi Kitap لَسْتُمْ lestum siz değilsiniz شَيْءٍ şey`in bir şey esas تُقِيمُوا tuḳīmū uygulayıncaya التَّوْرَاةَ t-tevrāte Tevrat’ı وَالْإِنْجِيلَ vel’incīle ve İncil’i أُنْزِلَ unzile indirilen رَبِّكُمْ rabbikum Rabbi’niz- وَلَيَزِيدَنَّ veleyezīdenne ve artıracaktır أُنْزِلَ unzile indirilen طُغْيَانًا Tuğyānen azgınlık وَكُفْرًا ve kufran ve inkarını الْقَوْمِ l-ḳavmi toplumu الْكَافِرِينَ l-kāfirīne o kafirler Abdulbaki Gölpınarlı Abdulbaki Gölpınarlı De ki Ey kitap ehli, hiçbir şeye inanmış sayılmazsınız Tevrât’ın, İncil’in ve Rabbinizden size indirilen kitabın hükümlerini yerine getirmedikçe ve andolsun ki Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını, kâfirliğini arttıracak, artık o kâfir kavim yüzünden tasalanma sen. Abdullah Parlıyan Abdullah Parlıyan "Ey bize de kitap verildi diyenler! Siz Tevrat’a, İncil’e ve Rabbiniz tarafından indirilen son kitap Kur’ân’a tam olarak uymadıkça, inançlarınızı sağlam bir temele oturtmuş olamazsınız." Fakat Rabbin, tarafından sana indirilen o Kur’ân, onlardan çoğunun azgınlığını ve inkârını artıracaktır. Ama gerçekleri örtbas eden bu insanlar için üzülme. Adem Uğur Adem Uğur Ey Kitap ehli! Siz, Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni hakkıyle uygulamadıkça, doğru bir şey yol üzerinde değilsinizdir de. Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun küfür ve azgınlığını elbette artıracaktır. Kâfirler topluluğuna üzülme. Ahmed Hulusi Ahmed Hulusi De ki "Ey önceden kendilerine hakikat bilgisi gelmiş olanlar! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size inzâl olunanı ikame etmedikçe bilfiil yaşamadıkça, bir şey üzere değilsiniz!" Andolsun ki, Rabbinden sana inzâl olunan, onlardan çoğunun inkârını ve taşkınlığını arttırır... O hâlde inkârcılar topluluğuna üzülme! Ahmet Varol Ahmet Varol ’Ey kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni uygulamadıkça bir şey dayanak üzere olamazsınız. Sana Rabbinden indirilen onların çoğunun azgınlığını ve küfrünü artıracaktır. Sen bu kâfirler topluluğu için üzülme!’ Ali Bulaç Ali Bulaç De ki "Ey Kitap Ehli, Tevrat’ı, İncil’i ve size Rabbinizden indirileni ayakta tutmadıkça hiçbir şey üzerinde değilsiniz." Andolsun, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun tuğyanlarını ve inkarlarını artıracaktır. Sen de kafirler topluluğuna karşı üzüntüye kapılma. Ali Fikri Yavuz Ali Fikri Yavuz De ki "- Ey Ehl-i Kitab! Siz Nesh edilmemiş hükümlerle tevhid esasını havi bulunan Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirilen Kur’an’ı tatbik etmedikçe hükümlerini yerine getirmedikçe dinden hiç bir şey üzere değilsiniz." And olsun, sana Rabbinden indirilen bu KUR’AN onlardan bir çoğunun azgınlığını ve küfrünü artıracaktır. O halde kâfirlerin azgınlığına karşı kederlenme. Bayraktar Bayraklı Bayraktar Bayraklı “Ey kitap ehli! Siz Tevrat`ı, İncil`i ve Rabbinizden size indirileni hakkıyla uygulamadıkça bir şey üzerinde değilsinizdir.” Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun inkâr ve azgınlığını elbette arttıracaktır. Kâfirler topluluğuna üzülme! Bekir Sadak Bekir Sadak Ey Kitab ehli! Tevrat’i, Incil’i ve Rabbinizden size indirileni geregince uygulamadikca bir temeliniz olmaz» de. And olsun ki Rabbinden sana indirilen, Kur’an, onlardan cogunun azginlik ve kufrunu artirir. Oyleyse kafirler icin tasalanma. Celal Yıldırım Celal Yıldırım De ki Ey Kitap Ehli! Tevrat’ı, İncîl’i ve size Rabbinizden indirilen Kur’ân hükümlerini dosdoğru yerine getirmedikçe hiçbir şey ciddi bir inanç ve temel üzere değilsinizdir. Şanıma and olsun ki, sana Rabbinden indirilen Kur’ân onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü artırır. Artık sen kâfirler topluluğuna bu azgınlıklarından dolayı başlarına gelecek azâbdan dolayı üzülme. Cemal Külünkoğlu Cemal Külünkoğlu De ki Ey Ehli Kitab! Tevrat`ı, İncil`i ve Rabbinizden size indirilen Kur`an`ı dosdoğru tatbik etmedikçe dinden hiç bir şey üzerinde değilsiniz boşluktasınız. Andolsun ki, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü artıracaktır. Öyleyse o inkârcılar toplumu için üzülme! Diyanet İşleri Diyanet İşleri De ki "Ey Kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni Kur’an’ı uygulamadıkça hiçbir şey üzere değilsiniz." Andolsun ki sana Rabbinden indirilen bu Kur’an, onlardan çoğunun taşkınlık ve küfrünü artıracaktır. Öyle ise o kâfirler toplumu için üzülme. Diyanet Vakfı Diyanet Vakfı Ey Kitap ehli! Siz, Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni hakkıyle uygulamadıkça, doğru bir şey yol üzerinde değilsinizdir» de. Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun küfür ve azgınlığını elbette artıracaktır. Kâfirler topluluğuna üzülme. Edip Yüksel Edip Yüksel De, "Kitaplılar! Tevrat’ı, İncil’i ve Efendinizden size indirileni uygulamadıkça hiçbir dayanağınız olmaz." Efendinden sana indirilenler, onların çoğunun azgınlık ve inkârını arttırır. İnkârcı toplum için kendini üzme. Elmalılı Hamdi Yazır Elmalılı Hamdi Yazır De ki Ey kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni uygulamadıkça bir esas üzerinde değilsiniz. Şüphesiz ki, Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunun azgınlığını ve inkârını artıracaktır. Şu halde kâfir olan bir toplum için üzülme! Fizil-al il Kuran Fizil-al il Kuran De ki; Ey Kitap Ehli, sizler Tevrat’a, İncil’e ve Rabbiniz tarafından size indirilen Kur’an’a gereği gibi uymadıkça boşluktasınız, hiçbir temele dayanmış değilsiniz.» Rabbin tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır. O halde kâfirler için üzülme. Gültekin Onan Gültekin Onan De ki "Ey kitap ehli, Tevrat’ı, İncil’i ve size rabbinizden indirileni ayakta tutmadıkça hiç birşey üzerinde değilsiniz." Andolsun, rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun tuğyanlarını ve küfürlerini arttıracaktır. Sen de kafirler kavmine karşı üzüntüye kapılma. Harun Yıldırım Harun Yıldırım De ki "Ey kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni uygulayıncaya kadar hiçbir şey üzerinde değilsiniz. Andolsun ki Rabbinizden size indirilen muhakkak ki onlardan pek çoğunun azgınlığını ve küfrünü artıracaktır. Artık kâfirler topluluğu için üzülme." Hasan Basri Çantay Hasan Basri Çantay De ki Ey ehl-i kitâb, Tevrâtı n, İncili n ve Rabbinizden size indirilen Kur’ânı Kerîm i n hükümlerini dosdoğru tatbıyk ve icra edilinceye kadar siz hiç bir şey hiç bir kanâat üzerinde değilsinizdir». Andolsun, sana Rabbinden indirilen bu Kur’an onlardan bir çoğunun taşkınlığını ve gâvurluğunu artıracakdır. O halde, o kâfirler güruhuna karşı gam yeme. Hayrat Neşriyat Hayrat Neşriyat De ki `Ey ehl-i kitab! Siz Tevrât`ı, İncîl`i ve Rabbinizden size indirilenKur`ânı hakkıyla tatbîk etmedikçe, hiçbir şey hiçbir hakikat üzere değilsiniz!` Ve andolsun ki Rabbinden sana indirilen bu Kur`ân, onlardan birçoğuna azgınlık ve küfrü artıracaktır! Öyleyse o kâfirler topluluğu için üzülme! İbn-i Kesir İbn-i Kesir De ki Ey Ehl-i Kitab; Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbınızdan size indirileni dosdoğru tatbik etmedikçe; hiç bir şey üzerinde değilsiniz. Andolsun ki; Rabbından sana indirilen; onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü artıracaktır. Öyleyse o kafirler güruhu için tasalanma. İlyas Yorulmaz İlyas Yorulmaz Deki Ey Kitap ehli! "Tevrat’ı, İncil’i ve size indirilen Rabbinizin hükümlerine uymadığınız ve yaşamadığınız sürece, hiçbir değeriniz yok. Hatta sana Rabbinden indirilen vahiy, onların azgınlıklarını ve inkarlarını artırdı. Sakın ola ki gerçek doğruları reddeden bir topluluk için üzülme. İskender Ali Mihr İskender Ali Mihr De ki; "Ey Ehli Kitap! Tevrat’ı, İncil’i ve size Rabb’iniz tarafından indirileni, yerine getirip uygulamadıkça siz birşey bir din üzerinde değilsiniz. Ve sana Rabb’inden indirilen, mutlaka onların bir çoğunun azgınlık ve küfrünü artırır. Artık senkâfirler topluluğuna üzülme. Kadri Çelik Kadri Çelik De ki "Ey kitab ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni ayakta tutmadıkça hiçbir temele dayanmış sayılmazsınız. Hiç şüphesiz Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve küfre sapmalarını artırır. Öyleyse kâfirler topluluğu için tasalanma. Muhammed Esed Muhammed Esed De ki "Ey Kitab-ı Mukaddesin takipçileri! Siz, Tevrata, İncile ve Rabbiniz tarafından size indirilen her şeye tam olarak uymadıkça inançlarınızı sağlam bir temele oturtmuş olmazsınız! Fakat ey Peygamber, Rabbin tarafından sana indirilenler, onların çoğunu kibirli küstahlıklarında ve inkarcılıkta daha inatçı yapacaktır. Ama hakikati inkar eden insanlara üzülme Mustafa İslamoğlu Mustafa İslamoğlu De ki "Ey önceki vahyin mensupları! Tevrat`ı, İncil`i ve Rabbinizden size indirilenleri tam uygulamadıkça siz hiçbir şey değilsiniz! Öte yandan, elbette Rabbinden sana indirilenler onlardan bir çoğunun küstahça taşkınlığını ve inkarını artıracaktır Artık kafir bir toplum için üzülme! Ömer Nasuhi Bilmen Ömer Nasuhi Bilmen De ki Ey ehl-i kitap! Tevrat’ı ve İncil’i ve size Rabbiniz tarafından indirilmiş olanı ikame edinceye kadar hiçbir şey üzerinde değilsinizdir.» Ve kasem olsun ki, sana Rabbinden indirilmiş olan, onlardan birçoğu için tuğyanı ve küfrü arttıracaktır. Artık o kâfirler olan kavim üzerine teessürde bulunma. Ömer Öngüt Ömer Öngüt De ki "Ey ehli kitap! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni Kur’an’ı dosdoğru tatbik etmedikçe, siz hiçbir şey yol üzerinde değilsiniz. " Andolsun ki Rabbinden sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını ve küfrünü artıracaktır. Öyleyse o kâfirler gürûhu için üzülme! Sadık Türkmen Sadık Türkmen De ki "Ey Kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni Kur’an’ı uygulamadıkça, hiçbir şey üzere değilsiniz." Andolsun, onlardan birçoğunun; Rabbinden sana indirilen bu Kur’an ile karşılaşınca, taşkınlık ve küfrü arttı. Öyle ise, o kâfirler toplumu için üzülme. Seyyid Kutub Seyyid Kutub De ki; Ey Kitap Ehli, sizler Tevrat’a, İncil’e ve Rabbiniz tarafından size indirilen Kur’an’a gereği gibi uymadıkça boşluktasınız, hiçbir temele dayanmış değilsiniz.» Rabbin tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır. O halde kâfirler için üzülme. Suat Yıldırım Suat Yıldırım De ki "Ey Ehl-i Kitap! Siz Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirilen Kur’ân’ı tatbik etmedikçe, hiçbir temele dayanmış sayılmazsınız, hiçbir dayanağınız yoktur."Rabbinden sana indirilen âyetler, mutlaka onlardan birçoğunun azgınlık ve inkârcılığını fazlalaştıracaktır. O halde o kâfirlerden ötürü gam yeme! Süleyman Ateş Süleyman Ateş De ki Ey Kitap ehli, siz Tevrât’ı, İncil’i ve Rabbi’nizden size indirileni uygulamadıkça bir esas üzerinde değilsiniz. Ey Muhammed, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve inkârını artıracaktır. Sen o kâfirler toplumu için üzülme! Şaban Piriş Şaban Piriş De ki -Ey kitap ehli, Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni gereğince uygulamadıkça bir temeliniz yoktur. Andolsun ki Rabbinden sana indirilen Kur’an onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü arttırır. O halde kafirler için üzülme. Tefhim-ul Kur'an Tefhim-ul Kur'an De ki Ey kitap Ehli, Tevrat’ı, İncil’i ve size Rabbinizden indirileni ayakta tutmadıkça hiç bir şey üzerinde değilsiniz.» Andolsun, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun tuğyanlarını ve küfürlerini arttıracaktır. Sen de kâfirler topluluğuna karşı üzüntüye kapılma. Yaşar Nuri Öztürk Yaşar Nuri Öztürk De ki "Ey Ehlikitap! Siz, Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni tam uygulamadıkça hiçbir şey değilsiniz." Rabbinden sana indirilen, onlardan birçoğunun küfür ve azlığını elbette artıracaktır. Küfre batan topluluk için tasalanma artık. Yusuf Ali İngilizce Yusuf Ali İngilizce Say "O People of the Book! ye have no ground to stand upon unless ye stand fast by the Law, the Gospel, and all the revelation that has come to you from your Lord." It is the revelation that cometh to thee from thy Lord, that increaseth in most of them their obstinate rebellion and blasphemy. But sorrow thou not over these people without Faith.
11-HÛD 34. Ayet وَلاَ يَنفَعُكُمْ نُصْحِي إِنْ أَرَدتُّ أَنْ أَنصَحَ لَكُمْ إِن كَانَ اللّهُ يُرِيدُ أَن يُغْوِيَكُمْ هُوَ رَبُّكُمْ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ Ve lâ yenfeukum nushî in eradtu en ensaha lekum in kânallâhu yurîdu en yugviyekum, huve rabbukum ve ileyhi turceûnturceûne. Bayraktar Bayraklı “Eğer Allah sizi azgınlık içinde bırakmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez. Çünkü O sizin Rabbinizdir. O'na döndürüleceksiniz.” Cemal Külünkoğlu Ben size nasihat etsem de, eğer Allah inadınız yüzünden sizi sapıklıkta bırakmak istemişse, nasihatim size fayda vermez. O, sizin Rabbinizdir ve O'na döndürüleceksiniz. Diyanet İşleri eski 33-34 'Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O'nu aciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir, O'na döndürüleceksiniz' dedi. Diyanet Vakfi Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez. Çünkü O sizin Rabbinizdir. Ve nihayet O'na döndürüleceksiniz.» Edip Yüksel “ALLAH azmanızı dilemişse, ben size öğüt vermek istesem de size o öğüdümün bir yararı olmayacaktır. O’ dur Efendiniz ve siz O’na döndürüleceksiniz.” Elmalılı Hamdi Yazır Ben size nasıhat etmek istemiş isem de Allah sizi helâk etmek murad ediyorsa benim nasıhatim size fâide de vermez, rabbınız o, ve siz nihayet ona irca' edileceksiniz Muhammed Esed çünkü size öğüt vermek istesem de, eğer Allah sizin azgınlık içinde kalmanızı dilemişse, benim öğüdümün size hiçbir yararı olmaz. Rabbiniz Odur ve hepiniz er geç Ona döneceksiniz." Mustafa İslamoğlu Hem ben size ne kadar öğüt vermeye çalışırsam çalışayım, eğer Allah sizin yoldun sapmanızı dilemiş olsaydı -hele ki öyle değil-, benim verdiğim öğüt size hiçbir yarar sağlamazdı O sizin Rabbinizdir, sonunda O'na döndürüleceksiniz." Seyyid Kutub Eğer Allah, sizin azmanızı istiyorsa, size nasihat etmek istesem de benim nasihatim size yararlı olmaz. O'dur sizin Rabbiniz ve O'nun huzuruna döneceksiniz. Süleyman Ateş "Eğer Allâh, sizi azdırmak diliyorsa, ben size öğüt de etmek istesem, öğütüm size yarar sağlamaz. Rabbiniz O'dur ve siz O'na döndürüleceksiniz." Süleymaniye Vakfı “Sizin iyiliğiniz için ne kadar gayret edersem edeyim, Allah yoldan çıkışınızı onaylamışsa[*] bu gayretlerimin size bir faydası olmaz. O sizin Rabbinizdir. O’nun huzuruna çıkarılacaksınız.” [*] Allah bir şeyi murad ederse ona ol der o da oluşmaya başlar. Tefhim-ul Kuran Eğer Allah sizi azdırmayı dilemişse, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdümün size yararı olmaz. O sizin Rabbinizdir ve O'na döndürüleceksiniz.» Yaşar Nuri Öztürk "Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermeyi gaye edinsem de öğüdüm size hiçbir yarar sağlamaz. O'dur sizin Rabbiniz ve O'na döndürüleceksiniz." 11-HÛD 35. Ayet أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ إِنِ افْتَرَيْتُهُ فَعَلَيَّ إِجْرَامِي وَأَنَاْ بَرِيءٌ مِّمَّا تُجْرَمُونَ Em yekûlûnefterâhu, kul inifteraytuhu fe aleyye icrâmî ve ene berîun mimmâ tucrimûntucrimûne. Bayraktar Bayraklı Yoksa, “bunu kendisi uydurdu” mu diyorlar? De ki “Onu uydurduysam günahı bana. Fakat ben sizin işlediğiniz günahlardan uzağım.” Cemal Külünkoğlu Resulüm! Yoksa o Nuh'un kıssasını, “kendisi mi uydurdu” diyorlar? De ki “Eğer onu ben uydurduysam, günahım bana aittir. Ama ben, sizlerin suç olarak işlediklerinizden uzağım.” Diyanet İşleri eski Sana 'Kuran'ı kendiliğinden uydurdu' derler, de ki 'Uydurdumsa suçu bana aittir; oysa ben sizin işlediğiniz günahlardan uzağım.' Diyanet Vakfi Resûlüm! Yoksa, Bunu uydurdu» mu diyorlar? De ki Eğer onu uydurduysam günahım bana aittir. Fakat ben sizin işlediğiniz günahtan uzağım.» Edip Yüksel “Bunu o uydurdu“ mu diyorlar? De ki “Onu ben uydurmuş isem, suçumdan ben sorumlu olacağım ve sizin işlediğiniz suçlarla da benim bir ilişkim yok.” Elmalılı Hamdi Yazır Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki eğer uydurdumsa vebali benim boynumadır, halbuki ben sizin yüklendiğiniz vebalden berîyim Muhammed Esed "Muhammed kendisi bu kıssayı uydurdu" diyorlar, öyle mi? Ey Peygamber de ki "Eğer onu ben uydurduysam bu günahımdan ben sorumlu olayım; ama hiç değilse sizin işlediğiniz günahtan uzağım". Mustafa İslamoğlu Yoksa, "Bu kıssayı o uydurdu" mu diyorlar? De ki "Eğer onu ben uydurmuşsam, bunun sorumluluğu bana aittir Ama benim, sizin işlediğiniz suçlara ilişkin hiçbir sorumluluğum bulunmamaktadır." Seyyid Kutub Ey Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- yoksa sana Bu Kur'an'ı sen uydurdun mu?» diyorlar. Onlara de ki; Eğer onu ben uydurdumsa, suçu bana aittir. Ben sizin suçlarınızın sorumluluğundan uzağım.» Süleyman Ateş Yoksa "OKur'ân'ı uydurdu" mu diyorlar? De ki "Eğer O'nu uydurmuşsam, suçum banadır. Ama ben sizin işlediğiniz suçlardan uzağım." Süleymaniye Vakfı Yoksa “Bu hikâyeyi Muhammed uydurdu” mu diyorlar? De ki “Uydurduysam cezamı çekerim. Ama ben, sizin işlediklerinizin cezalarından uzağım.” Tefhim-ul Kuran Onlar Bunu kendisi uydurdu» mu diyorlar? De ki Eğer onu ben uydurduysam, günahım bana aittir. Ama ben, sizlerin suç olarak işlemekte olduklarınızdan uzağım.» Yaşar Nuri Öztürk Yoksa, "Onu kendisini uydurdu." mu diyorlar? De ki "Eğer onu uydurmuşsam işlediğim suç benim aleyhimedir. Ama ben, sizin işlemekte olduğunuz suçlardan sorumlu değilim." 11-HÛD 36. Ayet وَأُوحِيَ إِلَى نُوحٍ أَنَّهُ لَن يُؤْمِنَ مِن قَوْمِكَ إِلاَّ مَن قَدْ آمَنَ فَلاَ تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُواْ يَفْعَلُونَ Ve ûhiye ilâ nûhın ennehu len yu’mine min kavmike illâ men kad âmene fe lâ tebteis bi mâ kânû yef’alûnyef’alûne. Bayraktar Bayraklı Nûh'a, “Senin toplumundan inanmış olanların dışında başka kimse inanmayacaktır. Onların yaptıklarına üzülme!” Cemal Külünkoğlu Nuh'a vahyolundu ki “Kavminden şimdiye kadar sana iman etmiş kimselerden başkası, artık asla sana inanmayacak. O halde sen, onların yaptıklarından dolayı üzülme!” dedik. Diyanet İşleri eski 36-37 Nuh'a, 'Senin milletinden, inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır; onların yapageldiklerine üzülme; nezaretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana baş vurma, çünkü onlar suda boğulacaklardır' diye Allah tarafından vahyolundu. Diyanet Vakfi Nuh'a vahyolundu ki Kavminden iman etmiş olanlardan başkası artık sana asla inanmayacak. Öyle ise onların işlemekte olduklarından günahlardan dolayı üzülme. Edip Yüksel Nuh’a vahyedildi “Şu ana kadar gerçeği onaylamış olanların dışında artık halkından hiç kimse onaylamayacaktır. Onların tavırları seni üzmesin.” Elmalılı Hamdi Yazır Bir de Nuha vahyolunmuştu ki haberin olsun kavminden iyman etmiş olanlardan maada hiç biri iyman etmiyecek, onun için her ne yaparlarsa gam yeme de Muhammed Esed Ve Nuh'a "Senin kavminden, şimdiye kadar inanmış olanların dışında kimse inanmayacak" diye vahyettik, "Bu yüzden, onların yapabilecekleri şeylerden ötürü sakın tasalanma, Mustafa İslamoğlu Derken Nuh'a şöyle vahyettik "Şu kesin ki, daha önce inanmış olanlar dışında bundan böyle toplumundan kimse bana inanmayacak Artık, onların yapa geldikleri şeylerden dolayı sakın üzüleyim deme! Seyyid Kutub Nuh'a vahiy yolu ile bildirildi ki; Daha önce inananlar dışında soydaşlarından başka inanan olmayacaktır. Onların yaptıklarından dolayı üzülme.» Süleyman Ateş Nûh'a vahyolundu ki "Kavminden, inanmış olanlardan başka kimse inanmayacak, onların yaptıklarından dolayı üzülme!" Süleymaniye Vakfı Nuh’a şu vahyedildi “Şimdiye kadar inanmış olanlar bir yana, artık halkından kimse inanmayacaktır. Onların yaptıkları yüzünden sakın kendini harap etme.” Tefhim-ul Kuran Nuh'a vahyedildi Gerçekten iman edenlerin dışında, kesin olarak kimse inanmayacak. Şu halde onların işlemekte olduklarından dolayı üzülme.» Yaşar Nuri Öztürk Nûh'a şöyle vahyolundu "Toplumundan, daha önce inanmış olanlar dışında hiç kimse iman etmeyecektir. Artık onların yaptıkları yüzünden tasalanıp durma." 11-HÛD 37. Ayet وَاصْنَعِ الْفُلْكَ بِأَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا وَلاَ تُخَاطِبْنِي فِي الَّذِينَ ظَلَمُواْ إِنَّهُم مُّغْرَقُونَ Vasnaıl fulke bi a’yuninâ ve vahyinâ ve lâ tuhâtıbnî fîllezîne zalemû, innehum mugrakûnmugrakûne. Bayraktar Bayraklı “Gözetimimiz altında ve sana öğretilen şekilde gemiyi yap ve zâlimler hakkında bana başvurma! Çünkü, onlar boğulacaklardır” diye vahyolundu. Cemal Külünkoğlu “Gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulmedenler hakkında kurtulmaları için benden bir istekte bulunma! Çünkü onlar suda boğulacaklardır.” Diyanet İşleri eski 36-37 Nuh'a, 'Senin milletinden, inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır; onların yapageldiklerine üzülme; nezaretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana baş vurma, çünkü onlar suda boğulacaklardır' diye Allah tarafından vahyolundu. Diyanet Vakfi Gözlerimizin önünde ve vahyimiz emrimiz uyarınca gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana bir şey söyleme! Onlar mutlaka boğulacaklardır! Edip Yüksel “Gözetimimiz altında vahyimizle gemiyi yap. Zalimler için bana baş vurma; onlar suda boğulacaklardır.” Elmalılı Hamdi Yazır Bizim nezaretimiz altında ve vahyimiz dâiresinde gemi yap, hem o zulmedenler hakkında bana hıtab etme, çünkü onlar garkedilecekler Muhammed Esed Bizim gözetimimiz ve vahyettiğimiz biçimde seni ve seninle beraber olanları kurtaracak olan tekneyi inşa et ve haksızlığa sapanlar için bana başvurma, çünkü onlar boğulacaklar!" Mustafa İslamoğlu Bizim rehberliğimiz altında ve bildirdiğimiz şekilde gemiyi inşa et ve bundan böyle sakın kendisini harcayan kimseler hakkında Bana başvurma! Şu kesin onlar boğulacaklar. Seyyid Kutub Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap, zalimler konusunda bana başvurma, çünkü onlar kesinlikle boğulacaklardır. Süleyman Ateş "Gözlerimizin önünde ve vahyimiz gereğince gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana hitâbetme onların kurtuluşu için bana yalvarma; onlar mutlaka boğulacaklardır!" Süleymaniye Vakfı “Gözetimimizde ve vahyimize göre gemiyi yap. Yanlışlar içindeki o kimseler için de artık bana başvurma. Çünkü onlar boğulacaklardır.” Tefhim-ul Kuran Bizim gözetimimiz altında ve vahyimizle gemiyi imal et. Zulme sapanlar konusunda da bana hitapta bulunma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır.» Yaşar Nuri Öztürk Vahyimize bağlı olarak gözlerimizin önünde gemiyi yap. Ve zulmedenler hakkında benimle karşılıklı laf edip durma. Onlar, mutlaka boğulacaklardır. 11-HÛD 38. Ayet وَيَصْنَعُ الْفُلْكَ وَكُلَّمَا مَرَّ عَلَيْهِ مَلأٌ مِّن قَوْمِهِ سَخِرُواْ مِنْهُ قَالَ إِن تَسْخَرُواْ مِنَّا فَإِنَّا نَسْخَرُ مِنكُمْ كَمَا تَسْخَرُونَ Ve yasnaul fulke ve kullemâ merra aleyhi meleun min kavmihi sehırû minhu,, kâle in tesharû minnâ fe innâ nesharu minkum kemâ tesharûntesharûne. Bayraktar Bayraklı Nûh gemiyi yaparken, kavminin ileri gelenleri yanından her geçtiklerinde onunla alay ediyorlardı. O da, “Bizimle alay ediyorsunuz ama, biz de sizin alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz.” dedi. Cemal Külünkoğlu Nuh gemiyi yapıyordu, kavminden inkârcı birtakım ileri gelenler ise, yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Nuh onlara dedi ki “Siz bizimle alay ediyorsunuz olsun bakalım. Biz de sizinle, sizin alay ettiğiniz gibi alay edeceğiz.” Diyanet İşleri eski 38-39 Gemiyi yaparken, milletinin inkarcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da 'Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz; rezil edecek olan azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğini göreceksiniz' dedi. Diyanet Vakfi Nuh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler ise, yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Dedi ki Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız biz de sizinle alay edeceğiz! Edip Yüksel Gemiyi yapıyorken, halkının ileri gelenleri her yanından geçişte onunla aşağılıyorlardı. Dedi ki “Bizi aşağılıyorsanız, sizin bizi aşağıladığınız gibi biz de aşağılıyoruz.” Elmalılı Hamdi Yazır Gemiyi yapıyordu, kavminden her hangi bir güruh de yanından geçtikçe onunla eğleniyorlar, dedi bizimle eğleniyorsanız, biz de sizi sizin eğlendiğiniz gibi eğleneceğiz Muhammed Esed Ve böylece Nuh gemiyi yapmaya başladı; o bu işle uğraşırken kavminin ileri gelenleri her ne zaman yanından geçseler onunla alay eder eğlenirlerdi; o da onlara "Siz bizimle alay ediyorsanız, bilin ki, sizin alay ettiğiniz gibi biz de yaklaşan azaptan yana bilgisizliğinizden ötürü sizinle alay ediyoruz" derdi. Mustafa İslamoğlu Derken o, gemiyi inşa etmeye koyuldu. Şimdi, toplumunun önde gelenleri ne zaman ona rastlasalar, onunla alay ederlerdi. O derdi ki "Siz bizimle alay ediyorsanız, hiç kuşkunuz olmasın ki, zaman gelecek tıpkı sizin gibi, biz de sizinle alay edeceğiz. Seyyid Kutub Nuh, gemiyi yapar. İleri gelen soydaşlarının yanından geçen her grubu kendisini alaya alır. Nuh da onlara dedi ki; Siz bizimle alay ediyorsunuz, ama şimdi siz bizimle nasıl alay ediyorsanız. İlerde biz sizinle alay edeceğiz.» Süleyman Ateş Nûh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler yanından geçtikçe onunla alay ediyorlardı. "Siz bizimle alay ederseniz, sizin alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz?" dedi. Süleymaniye Vakfı Nuh gemiyi yapıyordu. Halkının ileri gelenleri oradan her geçtiklerinde Nuh ile eğleniyorlardı. O da şöyle diyordu “Siz bizimle eğleniyorsanız, biz de sizinle eğleneceğiz. Tıpkı sizin eğlendiğiniz gibi. Tefhim-ul Kuran Gemiyi yapmaktaydı. Kavminin ileri gelenleri kendisine her uğradığında onunla alay ediyordu. O Eğer bizimle alay ederseniz, alay ettiğiniz gibi biz de sizlerle alay edeceğiz» dedi. Yaşar Nuri Öztürk Gemiyi yapıyordu. Toplumundan herhangi bir grup yanından geçtikçe onunla alay ediyorlardı. Dedi ki Nûh "Bizimle alay ediyorsanız, biz de sizinle alay edeceğiz. Tıpkı sizin eğlendiğiniz gibi." 11-HÛD 39. Ayet فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ مَن يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُّقِيمٌ Fe sevfe ta’lemûne men ye’tîhi azâbun yuhzîhi ve yehıllu aleyhi azâbun mukîmmukîmun. Bayraktar Bayraklı “Rezil edecek azabın kime geleceğini ve sürekli azabın kime ineceğini göreceksiniz!” dedi. Cemal Külünkoğlu “Artık yakında siz de öğreneceksiniz, dünya hayatında alçaltıcı azabın kimin başına geleceğini ve ahiretteki sürekli azabın kimin başına ineceğini.” Diyanet İşleri eski 38-39 Gemiyi yaparken, milletinin inkarcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da 'Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz; rezil edecek olan azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğini göreceksiniz' dedi. Diyanet Vakfi Kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve sürekli bir azabın kimin başına ineceğini yakında bileceksiniz.» Edip Yüksel “Alçaltıcı azabın kime geleceğini ve kimin kalıcı azaba mahkûm olacağını yakında bileceksiniz.” Elmalılı Hamdi Yazır İleride bileceksiniz kime rüsvay edecek azâb gelecek ve daimi azâb başına inecek Muhammed Esed "Çünkü, yakında siz de öğreneceksiniz, dünya hayatında alçaltıcı azabın kimin başına geleceğini ve öte dünyadaki sürekli azabın da kimin başına konacağını!" Mustafa İslamoğlu Evet, zamanı gelince siz de öğreneceksiniz alçaltıcı bir cezaya kimin çarptırılacağını, dahası, kalıcı bir azaba kimin mahkum edileceğini. Seyyid Kutub Perişan edici azabın hangimizin başına geleceğini, hangimizin sürekli azaba uğrayacağını yakında öğreneceksiniz. Süleyman Ateş "Yakında bileceksiniz İnsanı rezil eden azâb kime geliyor, sürekli azâb kimin başına konuyor?" Süleymaniye Vakfı Alçaltıcı azap kime gelecekmiş ve kalıcı azap kime inecekmiş; nasıl olsa yakında öğreneceksiniz” Tefhim-ul Kuran Artık siz, ilerde bileceksiniz. Aşağılatıcı azab kime gelecek ve sürekli azab kimin üstüne çökecek.» Yaşar Nuri Öztürk "Rezil eden azabın kime geleceğini, sürekli azabın kimin başına ineceğini yakında bileceksiniz." 11-HÛD 40. Ayet حَتَّى إِذَا جَاء أَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ قُلْنَا احْمِلْ فِيهَا مِن كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَأَهْلَكَ إِلاَّ مَن سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ وَمَنْ آمَنَ وَمَا آمَنَ مَعَهُ إِلاَّ قَلِيلٌ Hattâ izâ câe emrunâ ve fârat tennûru kulnâhmil fîhâ min kullin zevceynisneyni ve ehleke illâ men sebeka aleyhil kavlu ve men âmene, ve mâ âmene meahû illâ kalîlkalîlun. Bayraktar Bayraklı Sonunda buyruğumuz gelip tandırda sular kaynamaya başlayınca, “Her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında kalan ehlini ve inananları gemiye bindir” dedik. Ancak, pek az kimse onunla beraber inanmıştı. Cemal Külünkoğlu Sonunda emrimiz gereği sular coşup yükselmeye başlayınca Nuh'a dedik ki “Canlı varlıkların her birinden erkekli dişili birer çift ile boğulacağına dair aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında aileni ve iman edenleri gemiye bindir!” Zaten onunla beraber pek azı iman etmişti. Diyanet İşleri eski Buyruğumuz gelip tandırdan sular kaynamağa başlayınca, 'Her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye bindir' dedik. Pek az kimse onunla beraber inanmıştı. Diyanet Vakfi Nihayet emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca Nuh'a dedik ki Canlı çeşitlerinin her birinden birer çift ile -boğulacağına dair aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında- aileni ve iman edenleri gemiye yükle!» Zaten onunla beraber pek azı iman etmişti. Edip Yüksel Nihayet emrimiz gelip de gök kaynayıp taşınca, kendisine dedik ki “Her türden birer çifti, daha önce mahkûm edilmiş olanlar hariç, çoluk çocuğunu ve gerçeği onaylayanları ona yükle.” Kendisiyle birlikte gerçeği onaylamış olanlar zaten birkaç kişiydi. Elmalılı Hamdi Yazır Nihayet emrimiz geldiği ve tennur feveran ettiği vakıt dedik ki yükle içine her birinden ikişer çift, ve aleyhinde huküm sebketmiş olandan maada ehlini ve iyman edenleri, maamafih pek azından maadası beraberinde iyman etmemişti, dedi Muhammed Esed Bu böylece devam etti ta ki, hükmümüz vaki olup da yeryüzünde sular taşkınlar halinde kaynayıp coşuncaya kadar. Nuh'a "Her cins hayvandan birer çift ve haklarında hüküm verilmiş olanları değil, yalnız aileni ve imana erişenleri gemiye bindir!" dedik, çünkü o'nun inancını paylaşanlar zaten küçük bir topluluktu. Mustafa İslamoğlu En nihayet, hükmümüzün vakti gelince tandır kaynadı. Nuh'a "Yanına her tür canlıdan birer çift al; bir de haklarında hüküm kesinleşmiş olanlar dışında aileni ve iman eden kimseleri al" talimatını vermiştik. Zaten onun inancını paylaşan kimseler çok azdı. Seyyid Kutub Nihayet emrimiz gelip tandır kaynamaya her taraftan sular fışkırmaya başlayınca Nuh'a Her canlı türünün birer çiftini, boğulacağına ilişkin hükmümüzün kesinleştiği kimse dışında kalan aile bireylerini ve mü'minleri gemiye bindir» dedik. Zaten O'na az sayıda kişi inanmıştı. Süleyman Ateş Nihâyet emrimiz gelip de tandır kaynayınca iş ciddileşip sular kaynamağa başlayınca, Nûh'a dedik ki "Her şeyden ikişer çifti ve aleyhlerinde hüküm verdiklerimiz hâric olmak üzere âileni ve inananları gemiye yükle!" Zaten onunla beraber inanan pek azdı. Süleymaniye Vakfı Sonunda emrimiz çıktı ve geminin kazanı[*] kaynadı. Nuh’a dedik ki “Erkekli dişili her türden birer çifti ve hakkında karar çıkan kişi dışındaki aileni, bir de inanıp güvenenleri gemiye bindir.” Pek azı dışında Nuh ile birlikte inanıp güvenen olmamıştı. [*] هي تنُّور من حديد، Tefhim-ul Kuran Sonunda emrimiz geldiğinde ve tandır feveran ettiği zaman, dedik ki Her birinden ikişer çift hayvan ile aleyhlerinde söz geçmiş olanlar dışında, aileni ve iman edenleri ona yükle.» Zaten onunla birlikte çok azından başkası iman etmemişti. Yaşar Nuri Öztürk Nihayet emrimiz gelip de tandır kaynayınca şöyle seslendik "Yükle içine her birinden ikişer çift ve aleyhinde hüküm verilen hariç olmak üzere aileni, bir de iman etmiş olanları." Ama Nûh'la birlikte çok az bir kısmı iman etmişti. 11-HÛD 41. Ayet وَقَالَ ارْكَبُواْ فِيهَا بِسْمِ اللّهِ مَجْرَاهَا وَمُرْسَاهَا إِنَّ رَبِّي لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ Ve kâlerkebû fîhâ bismillâhi mecrâhâ ve mursâhâ, inne rabbî le gafûrun rahîmrahîmun. Bayraktar Bayraklı Nûh, “Gemiye binin, onun yürümesi ve durması Allah'ın adıyladır; doğrusu, Rabbim bağışlayandır; merhamet edendir” dedi. Cemal Külünkoğlu Nuh dedi ki “Haydi, ona binin artık. Bu geminin yürümesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Doğrusu, benim Rabbim gerçekten bağışlayandır, merhamet edendir.” Diyanet İşleri eski Allah 'Oraya binin; yürümesi ve durması Allah'ın ismiyledir, Rabbin bağışlar ve merhamet eder' dedi. Diyanet Vakfi Nuh dedi ki Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.» Edip Yüksel Dedi ki “Gemiye binin. Akması ve durması ALLAH’ın adıyladır. Efendim çok Bağışlayandır, Rahimdir.” Elmalılı Hamdi Yazır binin içine, Allahın ismile mecrasında da mürsâsında da, hakıkat rabbım şüphesiz bir gafuri rahîmdir Muhammed Esed Böylece kendisini izleyenlere Nuh "Haydi, binin artık," dedi, "yürümesi de, demir atması da Allah adıyla olan bu gemiye! Doğrusu, benim Rabbim gerçekten bağışlayıcıdır, esirgeyicidir!" Mustafa İslamoğlu Sonunda Nuh "Haydi, ona binin!" talimatını verdi; "yol alması da, demir atması da Allah'ın adıyla olsun gerçek şu ki, benim Rabbim elbette tarifsiz bir bağışlayıcıdır, eşsiz merhamet kaynağıdır." Seyyid Kutub Nuh dedi ki; Haydi gemiye bininiz. Onun sular içinde yol alması da, bir yerde durması da Allah'ın adı ile gerçekleşecektir. Hiç şüphesiz Rabbim affedicidir, merhametlidir.» Süleyman Ateş "Haydi, gemiye binin, dedi. Onun akıp gitmesi de durması da Allâh'ın adıyledir. Rabbim, elbette bağışlayandır, esirgeyendir!" Süleymaniye Vakfı Nuh dedi ki “Haydi binin. Bunun akıp gitmesi de durması da Allah’ın adıyladır. Benim Rabbim çok bağışlar, ikramı da boldur.” Tefhim-ul Kuran Dedi ki Ona binin. Onun yüzmesi de, demir atması durması da Allah'ın adıyladır. Şüphe yok, benim Rabbim bağışlayandır, esirgeyendir.» Yaşar Nuri Öztürk Nûh dedi "Binin içine! Onun akıp gitmesi de demir atması da Allah'ın adıyladır. Benim Rabbim elbette ki Gafûr'dur, Rahîm'dir." 11-HÛD 42. Ayet وَهِيَ تَجْرِي بِهِمْ فِي مَوْجٍ كَالْجِبَالِ وَنَادَى نُوحٌ ابْنَهُ وَكَانَ فِي مَعْزِلٍ يَا بُنَيَّ ارْكَب مَّعَنَا وَلاَ تَكُن مَّعَ الْكَافِرِينَ "Ve hiye tecrî bihim fî mevcin kel cibâli ve nâdâ nûhunibnehu ve kâne fî ma'zilin yâ buneyyerkeb meanâ ve lâ tekun meal kâfirînkâfirîne." Bayraktar Bayraklı Gemi dağlar gibi dalgalar içinde onları götürürken Nûh, bir kenarda ayrı kalmış oğluna, “Ey yavrucuğum! Bizimle beraber sen de gemiye bin, inkârcılarla beraber olma” diye seslendi. Cemal Külünkoğlu Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna “Yavrucuğum, bizimle beraber sen de bin, inkârcılarla birlikte olma!” diye seslendi. Diyanet İşleri eski Gemi, dağlar gibi dalgalar içinde onları götürürken, Nuh, bir kenarda ayrı kalmış olan oğluna 'Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel, kafirlerle birlik olma' diye seslendi. Diyanet Vakfi Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna Yavrucuğum! Sen de bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma! diye seslendi. Edip Yüksel Gemi, onları dağ gibi dalgaların arasından geçirirken, Nuh bir kenarda ayrı duran oğluna seslendi “Yavrum, gel bizimle birlikte bin. Kâfirlerle birlik olma.“ Elmalılı Hamdi Yazır Gemi, içindekilerle birlikte dağlar gibi dalgalar içinde akıp gidiyordu, Nuh, oğluna bağırdı, ayrı bir yere çekilmişti, ay oğlum, gel bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma dedi Muhammed Esed Ve derken, onları götüren gemi dağ gibi dalgaların arasında seyre koyuldu. Ve o an kıyıda kalan oğluna Nuh "Oğulcuğum" diye bağırdı, "gel bin bizimle gemiye, o inkarcıların yanında kalma!" Mustafa İslamoğlu Ve gemi dağlar gibi dalgaların arasında yol almaya başladı; ve Nuh oğluna -ki o kendi başına bir kenarda duruyordu- seslendi "Yavrucuğum! Gel, bizimle birlikte bin gemiye; inkara gömülüp gidenlerle birlikte olma!" Seyyid Kutub Gemi, içindeki yolcularla birlikte dağ gibi dalgalar arasında akıyor, yol alıyordu. O sırada Nuh, bir kenarda duran oğluna Yavrum, bizimle birlikte gemiye bin, kâfirler arasında kalma» diye seslendi. Süleyman Ateş Gemi, onları dağlar gibi dalgalar arasından geçirirken Nûh, bir kenarda duran oğluna. "Yavrum, bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma!" diye seslendi. Süleymaniye Vakfı Gemi dağ gibi bir dalga içinde onları çalkalıyordu. Nuh bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi “Yavrucuğum, bizimle birlikte bin de ayetleri görmezlikten gelenlerle beraber olma.” Tefhim-ul Kuran Gemi Onlarla dağlar gibi dalgalar içinde yüzmekteyken Nuh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi Ey oğlum, bizimle birlikte bin ve kâfirlerle birlikte olma.» Yaşar Nuri Öztürk Gemi onları, dağlar gibi dalgalar üstünden yürütüp götürüyordu. Nûh onlardan ayrı bir yerde duran oğluna seslendi "Oğulcuğum, bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma." 11-HÛD 43. Ayet قَالَ سَآوِي إِلَى جَبَلٍ يَعْصِمُنِي مِنَ الْمَاء قَالَ لاَ عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ أَمْرِ اللّهِ إِلاَّ مَن رَّحِمَ وَحَالَ بَيْنَهُمَا الْمَوْجُ فَكَانَ مِنَ الْمُغْرَقِينَ "Kâle se âvî ilâ cebelin ya'sımunî minel mâi, kâle lâ âsımel yevme min emrillâhi illâ men rahimrahime, ve hâle beynehumâl mevcu fe kâne minel mugrakînmugrakîne." Bayraktar Bayraklı Oğlu, “Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır” deyince, Nûh, “Bugün acıdıkları dışında, Allah'ın buyruğundan kurtarabilecek bir şey yoktur” dedi. Aralarına dalga girdi ve oğlu da boğulanlara karıştı. Cemal Külünkoğlu O “Ben, kendimi sudan koruyacak bir dağa sığınacağım” dedi. Nuh “Bugün Allah'ın rahmet ettikleri hariç, O'nun azabından korunacak hiç kimse yoktur” dedi. Ve tam o anda aralarında bir dalga yükseldi ve oğul boğulup gidenlerin arasına karıştı. Diyanet İşleri eski Oğlu 'Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır' deyince, Nuh 'Bugün Allah'ın buyruğundan O'nun acıdıkları dışında kurtulacak yoktur' dedi. Aralarına dalga girdi, oğlu da boğulanlara karıştı. Diyanet Vakfi Oğlu Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım, dedi. Nuh Bugün Allah'ın emrinden azabından, merhamet sahibi Allah'tan başka koruyacak kimse yoktur» dedi. Aralarına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu. Edip Yüksel O ise, “Beni sudan koruması için bir tepeye sığınacağım“ dedi. “Bugün ALLAH’ın yargısından koruyacak hiçbir şey yoktur; ancak O’nun acıdıkları hariç“ dedi. Dalgalar ikisi arasından geçti; o, boğulanların arasındaydı. Elmalılı Hamdi Yazır O, ben beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım dedi, bu gün, dedi Allahın emrinden koruyacak yoktur, meğer ki o rahmet buyıra derken, dalga aralarına giriverdi, o da boğulanlardan oldu Muhammed Esed Fakat oğlu "Ben, beni sulara karşı koruyacak bir dağa sığınacağım" dedi.Nuh "Bugün, Allah'ın acımasını, esirgemesini hak etmiş olanların dışında, kimse için Allah'ın hükmünden kurtuluş yoktur!" Ve tam o anda aralarında bir dalga yükseldi ve oğul boğulup gidenlerin arasına karıştı. Mustafa İslamoğlu Oğlu, "Ben bir dağa kaçıp sığınacağım; o beni sulardan korur" dedi. Nuh "Bugün Allah'ın belasından, O'nun rahmet ettikleri hariç, kimse için kaçıp kurtulma ümidi yok!" diye seslendi. Derken, aralarına dalga giriverdi... Artık o da boğulanlardan biriydi. Seyyid Kutub Oğlu Beni sulardan koruyacak bir dağa sığınacağım» dedi. Nuh, ona Bugün Allah'ın emrinden kurtaracak hiçbir güç yoktur, sadece O'nun esirgedikleri kurtulabilir» dedi. Tam bu sırada aralarına bir dalga girdi de Nuh'un oğlu boğulanların arasına katıldı. Süleyman Ateş Oğlu "Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım," dedi. Nûh "Bugün, Allâh'ın emrinden koruyacak hiçbir şey yoktur, ancak O'nun acıdığı kurtulur." dedi. Ve aralarına dalga girdi, o da boğulanlardan oldu. Süleymaniye Vakfı Dedi ki “Bir dağa sığınacağım, beni sudan kurtarır.” Nuh dedi ki “Bugün Allah’ın emrinden koruyacak hiçbir şey yoktur, O’nun ikram ettikleri başka.” Aralarına bir dalga girdi ve o da boğulanlara karışıp gitti. Tefhim-ul Kuran Oğlu Dedi ki Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur.» Dedi ki Bugün Allah'ın emrinden, esirgeyen olan Allah dan başka bir koruyucu yoktur.» Ve ikisinin arasına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu. Yaşar Nuri Öztürk Oğlu cevap verdi "Bir dağa sığınacağım, beni sudan korur." Nûh dedi "Allah'ın merhamet ettiği dışında bugün hiç kimse için Allah'ın kararından kurtaracak yoktur." Ve ikisi arasına dalga girdi de o, boğulanlar arasına katıldı. 11-HÛD 44. Ayet وَقِيلَ يَا أَرْضُ ابْلَعِي مَاءكِ وَيَا سَمَاء أَقْلِعِي وَغِيضَ الْمَاء وَقُضِيَ الأَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَقِيلَ بُعْداً لِّلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ "Ve kîle yâ ardubleî mâeki ve yâ semâu akliî ve gîdal mâu ve kudıyel emru vestevet alâl cûdiyyi ve kîle bu'den lil kavmiz zâlimînzâlimîne." Bayraktar Bayraklı “Ey yeryüzü! Suyunu içeri çek ve ey gök, sen de suyunu tut” denildi. Su çekildi, iş de böylece bitirildi. Gemi ise Cûdî'ye oturdu. “Haksızlık yapan toplum yok olsun” denildi. Cemal Külünkoğlu Bir süre sonra yere “Ey yer, suyunu yut” ve göğe “Ey gök, yağmurunu tut” denildi. Bunun üzerine sular çekildi, Allah'ın emri gerçekleşti ve gemi Cudi'ye oturdu. Bu sırada “Kahrolsun zalimler topluluğu” diyen bir ses duyuldu. Diyanet İşleri eski Yere, 'Suyunu çek!', göğe, 'Ey gök sen de tut!' denildi. Su çekildi, iş de bitti; gemi Cudi'ye oturdu. 'Haksızlık yapan millet Allah'ın rahmetinden uzak olsun' denildi. Diyanet Vakfi Nihayet Ey yer suyunu yut! Ve ey gök suyunu tut!» denildi. Su çekildi; iş bitirildi; gemi de Cûdî dağının üzerine yerleşti. Ve O zalimler topluluğunun canı cehenneme!» denildi. Edip Yüksel Ve denildi ki “Ey toprak suyunu yut, ey gök sen de tut.” Su yatıştı, karar yerine getirildi, Cudi Judea üzerine oturdu ve “Zalimler uzak olsunlar!“ dendi. Elmalılı Hamdi Yazır bir de denildi ey Arz! Yut suyunu ve ey Semâ! Açıl, su çekildi iş bitirildi ve gemi, Cudî üzerinde durdu, o zalim kavme def'olun denilmişti Muhammed Esed Ve derken, "Ey yer, suyunu yut!" denildi; "Ey gök, yağmurunu durdur!" Ve böylece sular çekildi, Allah'ın hükmü yerine geldi, gemi Cudi Dağı'na oturdu. Ve böylece, zulmeden bu halk için "uzak olsunlar!" sözü söylenmiş oldu. Mustafa İslamoğlu Nihayet denildi ki "Ey yer, suyunu yut! Ve ey gök, suyunu tut!" Ve sular çekildi ve hüküm infaz edildi, sonunda gemi Cudi üzerine oturdu. Ve kendilerine kıyan toplum için "Olmaz olsunlar!" denildi. Seyyid Kutub Bir süre sonra yere Ey yer, suyunu yut» ve göğe Ey gök, yağmurunu tut» dendi. Bunun üzerine sular çekildi, Allah'ın emri gerçekleşti ve gemi Cudi'ye oturdu. Bu sırada Kahrolsun zalimler güruhu» diyen bir ses duyuldu. Süleyman Ateş "Ey yer, suyunu yut ve ey gök tut!" denildi. Su azaldı, iş bitirildi. Gemi Cudi'ye oturdu. "Haksızlık yapan kavim yok olsun!" denildi. Süleymaniye Vakfı “Ey yer! Suyunu yut! Ey gök sen de açıl!” dendi. Sular çekildi, iş tamamlandı, gemi Cudi’nin üstüne oturdu ve şöyle dendi “Yanlışlar içindeki o topluluk olmaz olsun.”[*] [*] ... Tefhim-ul Kuran Denildi ki Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut.» Su çekildi, iş bitiriliverdi, gemi de Cûdi dağı üstünde durdu ve zalimler topluluğuna da Uzak olsunlar» denildi. Yaşar Nuri Öztürk Ve denildi "Ey yer! Suyunu yut ve ey gök, sen de tut." Ve su çekidi. İş bitirilmişti. Gemi, Cûdi üzerine oturdu ve haykırıldı "O zalimler topluluğu geri gelmez olsun!"
LUGGAT OSMANLICA TÜRKÇE SÖZLÜK { lügât . lügat . لغت } Arapça ve Farsça yazımları, Osmanlıca okunuşları ve detaylı açıklamaları ile birlikte. a'sar-ı tavile / a'sâr-ı tavîle Uzun / a'zâ / اَعْضَا Uzuvlar, organlar, üyeler. külli / abd-i küllî / عَبْدِ كُلِّي Umum kâinatın ibadetlerini temsil eden Uzun uzun Üşüme, soğuktan üşüme. Farsçaadab-ı umumiye / âdâb-ı umumiye Umumi ahlâk inzar Uyarmama, ikaz itilaf / adem-i itilâf Ülfetsizlik, riayet / adem-i riâyet / عدم رعایت Uymama..adem-i te'lifiyet / adem-i te'lîfiyet / عدم تأليفيت Uzlaşamama, bir araya ülfet Ülfetsizlik, alışılmamış / âdet Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda umumî efkârda saygı ve müeyyideye sahip hareket kaideleri Sosyoloji. İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle bozafak / âfâk / آفاق / اٰفَاقْ Ufuklar; dış dünya, gözle görülen âlemler. Ufuklar, taraflar, yönler. Ufuklar. Arapça Ufukları tutmuş, âleme yayılmış, şâyi, çok Un helvası. Farsçaagah / âgâh / آگَاهْ Uyanık, aklı başında. Uyanık, basiretli haberdar. Uzun ve sarkık / âheng Uygunluk ve / âhengdâr / آهنگدار Uyumlu. Farsçaahenggüzar / âhenggüzâr / آهنگ گذار Uyumlu, ahenkli. Farsçaahenk / âhenk Uygunluk. Uyum, / ahenkdâr / âhenkdâr / آهنگ دار Uygun, düzgün, âhenkli, makamlı. Farsça Uyumlu, ahenkli. Farsçaahkab Uzun umumiyye / ahkâm-ı umûmiyye Umûmî ameli / ahlâk-ı amelî / اخلاق عملى Uygulamadaki ahlak Uyuz Uzun ücret / اَخْذِ اُجْرَتْ Ücret alma. Ücret ücret etme Ücret / âkıl Uyanık. Aklı başında. Tedbirli. Düşüncesi sağlam. / aksâ / اقصى Uzak, en son. Arapçaaksa-yı emel / aksâ-yı emel / اقصای امل Ülkü, garb Uzak garp, uzak şark / aksâ-yı şark / اقصای شرق Uzak Doğu. Çin, Japonya gibi yerler. Uzun / alâ / على Üst, üzere. Üst, üstü, üzeri. Arapçaalamat Uzun ince bir cins balık. Hint denizinde çok olur ve yılana benzer.alavechi / alâvechi / علِى وجه Üzere. Arapçaalavefk / alâvefk / على وفق Uygun olarak. Arapçaalcem Uzun boylu, / ale'l-usûl Usûl üzere. Usûle göre, Umumiyetle. Mutlaka. Bir suretle kayıtlı olmayarak. Mingayri / alelusûl Usûl üzere; belli bir usûl ve metoda uyggun olarak. Usûlen, öylesine, özen anasır / âlem-i anâsır Unsurlar âlemi; elementler, atomlar hab / âlem-i hâb Uyku ve rüyâ âlemi. Bazan âlem-i mâna, âlem-i misal, âlem-i nevm gibi tâbirler de menam / âlem-i menâm Uyku âlemi, rüyâ âlemi. Uyku âlemi, rüya sahve / âlem-i sahve Uyanıklık âlemi, yeniden kendine geliş ulvi / âlem-i ulvî Ulvi âlem, ruhlar yakaza / âlem-i yakaza Uyanıklık Uzun uzadıya, mufassal Üstün. Yüce. Çok büyük. Meşhur. Üzüntülü, kederli, ıztırab ümmet / allâme-i ümmet Ümmetin büyük Uzun, iri yarı / ameliyât Uygulamalar, tatbikler, / âmiz-gâr Uygun, münâsib, yaraşır. Farsçaamiziş / âmiziş Uysallık, imtizaç, uyuşma. Farsçaamm / âmm Umumi, genel. Umumî, / âmme / عَامَّه Umumi olarak, herkese ait olarak, genel Üzerinden üzümü alınmış üzüm / anâsır / عناصر / عَنَاصِرْ Unsurlar, elementler. Unsurlar, elemanlar, kavimler. Unsurlar. Unsurlar, elemanlar. Arapça külliye / anâsır-ı külliye / عَنَاصِرِ كُلِّيَه Umûmi Ünsiyet etmek. Karşılıklı görüşmek, arkadaş olmak, yakınlık göstermek. Vahşetin zıddıaneşneş Uzun Ucu demirli uzun ağaç, ki asâdan uzun, süngüden kısa olur.angarya / آنْغَارْيَه Ücret vermeden gördürülen iş. Ücretsiz yaptırılan / âr / عار Utanma. Utanma, mahcubiyet. Utanılacak şey. Ayıp. Şiyb. Şerm. Haya. Utanma. Utanma, ar. Arapçaar ü namus / âr ü namus Utanma, haya ve Ufak çocuklara yedirilen besleyici bir cins nişasta ki, Amerika'da hasıl olan bir kökten / آرد Un. Farsçaarık Uykusuz kimse, uykusuz olma Uyuz Ülker yıldızının altında yer alan bir yıldız Uzun zaman ıztırab, elem Üreticinin piyasaya belli fiyatla mal sürmesi ve tüketicinin de piyasadan mal çekmesi / âsal tavile / asâr-ı tavîle Uzun asırlar, meş'eme Uğursuz, şerli kişiler, meymene Uğurlu kişiler, iyi yemin Uğurlu, meymenetli Uygun, Üzüm ve benzeri şeyleri şıra yapmak veya yağını almak için Üzerine bir yıl geçtiği hâlde hâmile olmayan dişi Üzüm Üstü ipek altı pamuk Ud çalan ümmet / avâm-ı ümmet Ümmetin avam Uzun hurma Uluyan. Uzun hurma ücret Ücretin tâ Uzun Uzun / âzâ Üye. Uzuvlar, organlar, üyeler. Uzuvlar, ünvan Ünvanın Uzak merâ, otlak ve Ucu sivri bir aletle delinmiş olan. Farsçabaharet Üstünlük, bikeran-i zaman / bahr-ı bîkeran-i zaman Uçsuz bucaksız olan zaman / baîd / بعيد Uzak. Uzak, ırak. Uzak. Arapçabala-bülend / bâlâ-bülend Uzun boylu. Farsçabala-yı bülend / bâlâ-yı bülend Uzun / bâlâbülend / بالابلند Uzun boylu. Farsçabalanişin Üstte, yukarıda oturan. Farsçabaliğ / bâliğ Ulaşan, olgunlaşmış, yetişmiş, Uydurma bir kelime olup "matbuat" yerine kullanılır. Gazete, mecmua gibi belli zamanlarda çıkan matbuatın Uzak Üzüm sıkıntısı. Kaynatıp koyarlar ve köpüklenir.bed-üslub / bed-üslûb Üslûbu fena; tavrı, gidişi kötü. Farsçabelağat-i eda / belâğat-i edâ Üslup ve ifadedeki Üzerinden yol geçen am / belvâ-yı âm Umûmî sıkıntı, meşakkat, kaçınılması mümkün olmayan Ufak çocuğu annesinin sırtına bağlamağa yarıyan göğüs kuşağı. Farsçaberarende Üste getiren, üzerine çıkaran. Farsçabermucib-i / bermûcib-i / برموجب Uyarınca, gereğince. Farsça - Arapçaberşa' Uzun boylu, iri gövdeli ahmak Ümmet. Bir peygamberin tebliğ ettiği dine ve kitaba iman eden cemaat. Farsçabesa' Ülfet, alışma, Uzunluk, bolluk, genişlik. Yaygın Üstünlük, galibiyet, galib / بوليه Üroloji. Arapçabeynelmilel / بين الملل Uluslararası. Arapçabeynülmilel / بين الملل Uluslararası. Arapçabi-dari / bî-darî Uyanıklık. Utanmaz. Farsçabiçaregan-ı ümmet / bîçâregân-ı ümmet Ümmetin çaresizi, / bîdar / bîdâr / بيدار Uykusuz, uyumayan. Uyanık. Farsça Uyanık. Farsçabidar-dil / bîdar-dil Uyanık, aydın. Farsçabifütur / bîfütûr / bîhayâ / بى حيا Utanmaz, hayasız. Farsça - Arapçabihteri / bihterî Üstünlük, en iyi ve üstün olma. Farsçabil'imtisal Uğurlu olarak, Uyarak, imtisal / bilâhicap Utanmadan; Üstünde birleşmekle, anasır / bilisan-ı anâsır Unsurların, elementlerin Üzerine / بناءً / bînisyan Unutmaksızın, unutmadan. lebun Üç yaşına girmiş dişi sülüs Üçte Üzüm salkımı. Farsçabirsa' Uzun boylu, Ünlü bir devlet / بُعْدْ Uzaklık. Uzaklık, aralık, boyut. / بعدیت / بُعْدِيَتْ Uzaklık. Uzaklık, mesafe. Arapça / bûd / bûdiyet Ufak / bülendbâlâ / بلندبالا Uzun boylu. Farsçaburhan-ı külli / burhân-ı küllî / بُرْهَانِ كُلِّي Umûmî Üst dudakta fazlalık olarak sarkık deri Üst dudağın ortasından dışarı taşan et parçası. Uydurma, samimi olmayan, sahte, düzme ve / çâbüksüvar / چابك سوار Usta binici. Farsçacahız / câhız Ünlü bir / câiz / جائز Uygun. Arapçacast Üzüm teknesi. Üzümün sıkıldığı yer. Farsçacazi' Üzüm çardağının üzerinde enine konulan, üzerine de üzüm çubukları serilen Üstünde birşey düzeltilen / cefâ / جفا Üzme, eziyet etme. Arapça Cefâ çekmek Cefaya katlanan, üzülen. Arapçacefacu / cefâcû / جفاجو Üzen, cefa eden. Arapça - Farsçacefadide / cefâdîde / جفادیده Üzülmüş, cefa çekmiş. Arapça - Farsçacefakeş / cefâkeş / جفاكش Üzülen, cefa çeken, eziyete katlanan. Arapça - Farsçacefla Umumi / celâbib Uzun ve geniş örtü, manto. Cilbâb'ın / celâdet Ululara karşı gösterilen / celâl / جلال Ululuk. Arapçacelb-i suret Uzakta olan bir şeyin sûretini resmini yanına / celîl / جليل Ulu. Arapçacemre-i salise / cemre-i sâlise Üçüncü cemre ki, toprağa Uyuz Uyuz hastalığına tutulmuş olan, Uyuz Uyuz hastalığı, Uyuz hastalığına tutulmuş kimse, uyuz kişi. Farsçacerib Uyuz hastalığına tutulan. Uyuz marazına tutulmuş olan. muvafık Uygun Uzun ayaklı feza Uzay / cevvifezâ seza / cezâ-yı sezâ Uygun Ucunu bir kazığa bağlayıp bir ucunu da beline bağlayıp kuyuya inilen / cidâl Uğraşma, selase / cihat-ı selâse / cihât-ı selase Üç yön. Üç uzunluk En, boy, imtiyaz Üstünlük yönü, üstünlük muvafakat Uygunluk rüchaniyet Üstünlük rüçhaniyet Üstünlük yönü, tercih tefevvuk Üstünlük tercih Üstünlük yönü, tercih / cilbâb Uzun ve geniş örtü, manto. Çoğulu Celâbîb' Üzüm çubuğundan kestikleri amme / cinayet-i âmme Umuma karşı işlenen Ucu temrenli bir çeşit Uzayda yer dolduran / cündî / جندی Usta binici. Arapçacürsun Üzerine binâ yapmak için duvardan dışarı uzattıkları Uçurum, Uykuda gelen ağırlık, üstadane / daavât-ı üstadâne Üstadımın / dâder-ender Üvey kardeş. Farsçadafi' / dâfi' / دافع Uzaklaştıran, defeden. Arapçadağ-dar eyler Üzer, acı ve keder Üzüntülü, / dâhî Üstün Ülke sınırlarının Üstün yetenekli afak / daire-i âfâk Ufuklar dairesi. Çok geniş ve büyük dâire, ufuk Ufuk tefevvuk / dâiye-i tefevvuk Üstünlük umur Üzerinde gayet dikkatle durulması lâzım gelen işlerin ince ve mühim noktaları. Farsçadaniş-gede / dâniş-gede / dânişgâh / دانشگاه Üniversite. Farsçadar-ı ücret / dâr-ı ücret Ücret Üniversite. 1 Ağustos 1933'de İstanbul Dâr-ul Fünunu yerine Üniversite kurulmuştur.darame Ucu ateşli kuru ot ve / dârü'l-fünun / dârü'l-ücret Ücret ve mükafat / dârü'l-ücret ve mükâfat Ücret ve ödül / dârülfünun / دارالفنون Üniversite. Üniversite. Arapçadef ve tard etme Uzaklaştırma ve / دفع Uzaklaştırma. Arapça Def' edilmek Arapça Uzaklaştırılmak. Arapça Giderilmek. Arapça Def' etmek Arapça Uzaklaştırmak. Arapça Gidermek. Arapçadef'etmek / dehâ Üstün Uyanıklık, zeki ve çok akıllı oluş. Farsçadehan-ı teng / dehân-ı teng Ufak ağız. Dar / dehşetengîz / دهشت انگيز Ürkünç, dehşet verici. Arapça - Farsçadekk Ufalanma, parça parça olma. selase / delalet-i selâse Üç çeşit delâlet. Bunlar da Delâlet-i mutabıkıye, delâlet-i tazammuniye, delâlet-i Delalet-i mutabıkıye Bir kelâmın vaz'olunduğu, yani kasdedilen mânanın tamanına delâletidir. Meselâ İnsan lâfzı, insanın tam mahiyeti olan, hayvan-ı natık, yani, konuşan hayat sahibi varlık mânasderaz / derâz / دراز Uzun, tavil. Farsça Uzun. Farsçaders-i ikaz Uyarı intibah Uyandırma / دَرْ عُهْدَه Üzerine Üzerine alma, eden Üzerine etme Üstlenme, yerine / دسترس Ulaşma, elde etmek. Farsça Destres olmak Ulaşmak, elde etmek. Farsça Destres olunmak Ulaşılmak. Farsçadevac Üste örtünecek şey. Yorgan. Farsçadevlet Ülkeyi yönetmek için örgütlenmiş siyasî ü ikbal Ulviyet ve iyi Ummanda yetişen büyük bir dikenli ağacın suyudur ve sabun gibi kiri izâle Ülkenin dış işleriyle uğraşan Uzun zaman, uzun müddet, uzun. Farsçadıraz / dırâz / دراز Uzun. Farsça Uzun. Farsçadırazi / dırazî Uzunluk. Farsçadirektif Üst makamlardan, tutulacak yol üzerine verilen emirlerin tümü, hepsi. Talimat, emir. Nasıl, ne şekil olacağına çalışacağına dair emir. Fransızcadirhem Üç gramlık ağırlık Uyulması gereken kuralların tamamı, sıkı / diyâr / دیار Ülke, yer. Ülke, topraklar, memleket. Arapçadiyar-ı baide / diyar-ı baîde Uzak diyarlar, Ulu / dûçâr / دچار Uğramış, yakalanmış, maruz kalmış. Farsça Dûçâr etmek Uğratmak, müptela etmek. Farsça Dûçâr olmak Uğramak, müptela olmak. Farsçadükas Ulaşmak, yakın / dûr / دور / دُورْ Uzak. Uzak. Uzak. Farsça etme / dûr etme Uzaklaştırma, etmeme / dûr etmeme Uzaklaştırmama, ü diraz Uzun Uzak gören. Uzağı gösteren âlet. Farsçadur-dest Ulaşılması zor şey, erişilmesi güç şey. Uzak, uzun. Farsçadur-nümay Uzağı gösteren. Farsçadur-nüvis Uzağı yazan. Telgraf. Farsçadura-dur Uzaktan uzağa. Uzak uzak. Uzun uzadıya. Farsçadürbin / dürbîn Uzaktan gören, / دُورْب۪ينْ Uzağı gösteren / durî / dûrî / دوری Uzaklık. Farsça Uzaklık. Farsçaduru' Uzak, ırak, / دستور Umumi ümmet / eâzım-ı ümmet Ümmetin ileri gelenleri, selase / eb'âd-ı selâse Üç uzaklık ki bunlar En, boy, yükseklik derinlik.ebh Unutulan şeyi Ürkmek. ümmet / ebrâr-ı ümmet Ümmetin iyileri. derda Uveymir adı ile de meşhurdur. Ashab-ı kirâmın âlim ve hakîmlerindendi. Peygamberimiz "Uveymir, Ümmetimin hakimlerindendir" buyurmuştur. Uhud'dan itibaren bütün muharebelerde bulunmuştur. 179 hadis rivâyet etmiştir. Hikmetli sözlerinden birisi şudur "Âlim olmayınca insan müttaki olamaz, bir âlim âmebu-l iber Utanmaz, edepsiz, hayasız Üst dudağında sarkık derisi / ecîr / اَجِرْ Ücret, karşılık. Ücretle çalışan, nefsini kiraya veren. Gündelikçi. Ücretle çalışan, ücretli işçi. Ücretle çalışan. Ücretle çalışma, hizmetkârlık. Türkçeecma Üstü açık Ücret, ulviye Ulvi yıldızlar. Büyük Uyuz hayvan veya selase nazariyesi / ecsâm-ı selâse nazariyesi Üç cisim ulviye Ulvi Uzun boyunlu adam.eda Üslup, / efâdıl Üstün nitelikli amme / efkâr-ı âmme / اَفْكَارِ عَامَّه Umuma âit / efkârıâmme Umumun fikirleri, halkın ümmet / efrâd-ı ümmet / اَفْرَادِ اُمّتْ Ümmetin bireyleri. Ümmetin Un helvası. Farsçaefsane / efsâne Uydurulmuş hikâye, engür Üzüm / اَهِلْ Uzman, becerikli, hüner Ustalık ve beceri sahv Uyanık iken hakikatlere görerek ulaşan Allah müsellesi / ehram-ı müsellesî Üçgen Uzun boylu ahmak Ucuzluk, ehvenlik, daha hafif, daha Ucuzluk. Ucuzluk, selase / eimme-i selâse Üç imâm. Fıkıh kitablarında ekseriyetle İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Şâfi'i, İmâm-ı Malik için söylenir. Hanefi Mezhebine dâir mes'elelerin bahsolduğu kitablarda "Eimme-i Selâse"den maksad; İmâm-ı A'zam ile iki talebesi olan İmâm-ı Muhammed ve İmâm-ı Ebu Yusuf' selase / ekanim-i selâse Üç bilad / ekasi-i bilâd Uzak beldeler, en uzak kazibe / ekavil-i kâzibe Uydurma ve yalan Ufak dişli, küt Üzerine bir cismin hayalinin aksettirildiği saydam olmayan düz Üstüste pek çok giyinen adam.eksper Uzun tecrübe neticesi bir sahada ihtisas kazanan, meleke sahibi olan kimse. Fransızcael-emel Ümitvar olma, ümit ye's Ümitsizlik acısı. Ümidsizlik elemi, yeisten gelen selase / elsine-i selâse Üç lisan. Türkçe, Arapça ve Ülfeti fazla, herkesle konuşup görüşmeye alışık olan Uzun, Ümit, Üzeri toprakla sıvalı olan damlarda sıvanın altına konulan çalı, saz, talaş gibi şeyler. Farsçaenes Üns mânasına kullanılır ve vahşetin / engûr / انگور Üzüm. Farsça Üzüm. Farsçaenkaz-ı ümmid Ümit yıkıntısı, ye'se / erâcif Uydurma, yalan sözler. Uydurma Uzunluğuna yapılan Usta Uzun Üst dudağı beyaz olan umumiye Umumî, herkese ait erzaklar, / erzân Ucuz, pahalı Uzun yüzlü olmak. Sarkık / esâlib / esâlîb Üslûplar, tarzlar. Üslûplar, ifade Üsluplar, ifade / esâtir Uydurulmuş hikâyeler, / اسف / اَسَفْ Üzüntü, acı. Üzülme, hayıflanma. Arapça / esefnâk / اسفناک Üzücü. Arapça - Farsçaesher Uyanık Uzun boylu, iri mesture / esrar-ı mestûre Üzeri örtülü kalan Uzun ümmet Ümmet içinde takva sahibi Uzun feza Uzay na-layıka / etvar-ı nâ-lâyıka Uygunsuz ve münasebetsiz münasip Uygun / ezâ Üzme, Uzun ve ince Uzun / اذیت Üzme. Arapçaezlai / ezlaî Uzunca ve iri olan selase / ezmine-i selâse Üç dönem; geçmiş, bugün ve gelecek / fâdıl Üstün / fâik / فائق / فَائِقْ Üstün. Üstün. Üstün. Arapça / fâikiyet Üstünlük. Üstünlük, başkalarından farklı ve üstün / fâikiyyet / فائقيت Üstünlük. Kıymetlilik. Üstünlük. Arapçafak'e Uğur. Baht. Tali'.fart-ı zeka / fart-ı zekâ Üstün kan / fâsid kan Üç günden yâni yetmiş iki saatten -beş dakika bile az olsa- gelen kan, yeni başlayan baliğa, ergen olan için on günden çok sürüp, onuncu günden sonra gelen kan, yeni olmayanlarda kadınlarda âdetten çok olup on günü de aştığında âdetten sonraki gü nlerde gelen kan, hâmile ve âyise ihtiyar kadınfavina / favîna Ud-us salib dedikleri nesne ki iki sınıftır; biri erkek olup uzundur, biri dişidir ki ondan kısa olur ve ikisi de / fazîlet Üstün nitelik, külliye / فَضِيلَتِ كُلِّيَه Umumi olan değer ve / fazîletfuruş Üstünlük Üstünlük taslama, üstünlüklerini satmaya / fazîletmeab Üstün nitelikleri / fazîletperver Üstün nitelikleri Üstünlük, etmek Uğruna her şeyi gözden Ululuk, Ulu Üzüntü veya kızgınlıktan dolayı başını aşağı eğip, nereye gittiğini bilmeden Uygun, lâyık, münasib. Farsçaferamuş / ferâmûş / فراموش Unutma, hatırdan çıkarma. Farsça Unutma. Farsça Ferâmuş etmek Unutmak. Farsçaferc Üreme organı, Üç mil, beş kilometre veya dört saatlik mesafe, muhtelif mesafelere tekabül eden bir uzunluk Ümmet. Farsçafesad-ı ümmet / fesâd-ı ümmet Ümmetin fesada girmesi, bozulup iyi özelliklerini Uykudan me'mule / fevâid-i me'mule Umulan / فوق / فَوْقْ Üst. Üst taraf. Yüksek derece. Yukarı. Üst. Üst, üst taraf, yukarı maddî-manevî Üst. Üst. Üst, üstü. Arapça Ümid edilenin Umulmadık bir şekilde, beklenenin Umulanın, beklenilenin Umulanın / fevkanî / fevkânî / فوقانى Üst, üst tarafta, üstteki. Üstteki, yukarıdaki. Arapçafevkaniyet Üstünlük. Üstte, üst tarafta Üstte amm / feyz-i âmm Umumî, genel / fezâ / فضا / فَضَا Uzay. Uzay; ucu bucağı bulunmayan boşluk, kâinatın sonsuz genişliği. Uzay. Uzay. ekber alem / feza-yı âlem / fezâ-yı âlem / فَضَايِ عَالَمْ Uzay. ıtlak / fezâ-yı ıtlak Uçsuz bucaksız gökyüzü, kainat / feza-yı kâinat ulvi / feza-yı ulvî Uzay, ümmet Ümmet fikri, ümmetin ortak / فرصت Uygun an, fırsat. Arapçafudala / fudalâ Üstün nitelikli tavil Uzun / fütûr / فُتُورْ Usanç, gevşeklik. Usanç, gevşeklik. vermek Usanç, gevşeklik / gafilâne Umursamazca, Umursamazlık; âhirete, Allah'ın emir ve yasaklarına duyarsız kalma / gafletkârâne Umursamazca, Üzüntü veren belalı / غَلَبَه Üstünlük, üstün gelme. Üstün çalan Üstün çalma Üstün çalmak Üstün eden Üstün etme Üstün Üstün. Yenen. Mağlub eden. Üstünlük. Üstünlük, Üstünlük. Yenmek. Mağlub etmek Üstün firkat Uzaklık gamı, ayrılık maksat Ulaşılmak istenen gaye, me'mul Umulmadık. Beklenmedik. mülayim / gayr-ı mülâyim Uygunsuz, mutabık Uygun gelmeyen, muvafık Uygun Uyuz Uyuz hayvan. Farsçagiran-hab Uykusu ağır olan adam. Farsçagisu / gîsu Uzun saç, omuza dökülen saç. Farsçagubar-ı hüzün / gubâr-ı hüzün Üzüntü dalgası, üzüntü Üstün bir gayretle. Yüksek bir himmetle. Farsçagussa / غصه Üzüntü, tasa. Üzüntü, keder. Arapçagusse Üzüntü, tasa, / hâb Uyku. Rü'yâ. Farsça Uykulu. Uyku Uyuyan, uyuyucu. Farsçahab-nak Uykusu gelmiş kimse, uykulu kişi. Farsçahabalud / hâbâlûd / خواب آلود Uykulu. Farsçahabalude / hâbâlûde / خواب آلوده Uykulu. Farsçahabele Üzüm Un / hâbnâk / خوابناک Uykulu. Farsçahabr-ül ümmet Ümmetin âlimi, meşhur Ümmetin / hacâlet / خجالت Utanma. Utanç. Utanma, utangaçlıkla şaşırma. Utangaçlık, sıkılma. Utanma. Utanma. Arapçahacalet-aver / hacalet-âver / hacâlet-âver Utandırıcı. Utanç veren. Farsça Utanç / hacâletâver / خجالت آور Utandırıcı. Utanç verici. Arapçahacc-ı ifrad Umreye niyet etmeksizin yalnız başına yapılan farz, vâcib veya nâfile hacdır ki, ihrama girerken yalnız hacca niyet edilmiş olur. Bunu yapana "müfrid" haremeyn / hâcc-ül haremeyn Usulüne uygun surette, Mekke-i Mükerreme'yi ve Medine-i Münevvere'yi ziyaret / خجل Utanma. Utanma. Arapçahacet-i amme / hâcet-i âmme / حَاجَتِ عَامَّه Umûmî Uyuyucu, / hacîl / خجيل Utanmış. Utanan. Utanmaktan yüzü kızaran. Utanmış. Utangaç. Arapçahaclet / خجلت Utanma. Arapçahaclet-aver / haclet-âver Utanç verici, utandırıcı. Farsçahaclet-dih Utanç verici, utandırıcı. Farsçahaclet-engiz Utandırıcı, sıkıltıcı. Farsçahacletaver / hacletâver / خجلت آور Utanç verici. Arapça - Farsçahadd ü payan / hadd ü pâyân Ucu ve son Uzun boylu, akılsız / خدر Uyuşma. Uyuşma. Arapçahadis imamı / hadîs imâmı Üç yüz binden çok hadîs-i şerîfi, râvîleri rivâyet edenleri, nakledenleri ile birlikte bilen büyük hadis âlimi. Buna, hadîs müctehidi de elime / hâdise-i elîme Üzücü nevmiye / hâdise-i nevmiye Uykuda meydana gelen Uzun düşünce ve delile ihtiyaç kalmadan hâsıl olan ilim. Sür'at-i intikal. Ani ve doğru idrâk. Delilden neticeye çabuk / خدشه Ürküntü. Arapçahadşeaver / hadşeâver / خدشه آور Ürküntü verici. Arapça - Farsçahakaik-i uhreviye Uhrevî, âhirete ait hakikatler, amme / hakikat-i âmme Umûmi, her yerde geçerli olan nevmiye Uyku namdar / hâkim-i namdar Ün sahibi meşhur padişah, amme / hâkimiyet-i âmme / حَاكِمِيَتِ عَامَّه Umumî müessif Üzüntü verici durum, üstad / hâl-i üstad Üstadın davranışları, Üzüm ağacına benzer bir ağaç yanındaki ağaca sarılır gider; hoş kokusu vardır; akik gibi taneleri olur.halas-ı umumi / halâs-ı umumi Umumî, genel Uzak, ırak yer, Uzun, mahzunane / halet-i mahzunâne Üzüntülü yakaza / hâlet-i yakaza Uyanıklık Uzun müddet su ile yumuşayıp değişmiş cıvık ve kokar çamur. Üzerinde kalem kesilecek âlet. Farsçahamta Üzüm çiçeğinin Ucu sivri, iki tarafı keskin büyük bıçak. Halk dilinde hançer şeklinde kullanılır. Divan edebiyatında şâirler, güzellerin kaşlarını hancere Un ve süt ile yapılan Üzerlik şakirt Üstadın çok değer verdiği ilk sıradaki / hâşâ / حاشا Uzak dursun, hâşa. Arapçahasıl eyleme Ulaştırma, / hâsılât Ürün, / hâsiyetli Üstün Üstadın çok değer verdiği, ilk sıradaki Üst dudağın alt dudak üzerine Ürkerek, korku / hatîfe Unu süt ile yoğurup pişirerek yapılan / hattâ / حتى Üstelik, hatta. Arapçahavass-ı selase / havass-ı selâse Üç hassa, üç ar / havf-ı âr Utanma / hayâ / حيا Utanma duygusu. Utanma, âr, nâmus. Çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı kalbde meydana gelen rahatsızlık. Utanma hissi. Utanma, haya, ar. Arapçahayadar Utangaç, çekingen, mahcub. Farsçahayasız / hayâsız Utanmaz, / hayâsızlık içtimaiye-i ümmet Ümmetin Müslümanların sosyal umumiye Umuma ait, genel Ulu ve yüce Ümit ipi; ümit bağlayacak bir Ümit kaynağı, tutunacak bir ümit mahir / hayyat-ı mâhir Usta terzi. Terzi / hazâkat Uzmanlık. Ustalık, / hâzık / حاذق Usta, yetenekli, ehil. Arapçahazret-i seyda Üstad üsame Üsâme bin Zeyd Ufak Ufak tesbih Üstünlük ve hazık / hekîm-i hâzık Uzman Uzun, Uygun, münasib, denk. Farsçahemaheng / hemâheng / هم آهنگ Uyumlu. Farsçaherna' Ufak Ufak Uzun ve iri vücutlu / hevâî Uçarı, nefsine düşkün, Uyuklayıp başını her tarafa / hey'ât / هَيْئَاتْ Umûmî umumiye Umumi hey'et. Bir şeyin teferruatları nazara alınmadan olan umumi / حِجَابْ / hicâb Utanma. Uzaklaşma. Ayrılık. Ayrılıktan gelen keder, sızı, acı. Dostluğu ve ülfeti amme / hidemat-ı âmme Umuma ait vazifeler. Kamu görevleri. Millete fayda veren Uzun boylu, büyük karınlı üslub / hil'at-ı üslûb Üslûb kaftanı, tarz me'mul / hilâf-ı me'mûl / خِلَافِ مَأْمُولْ Umulanın memul / hilâf-ı memûl Umulanın tersine, beklenin ve daavat-ı üstadane / himemat ve daavât-ı üstadâne Üstadın himmetleri, gayret ve Uzun Uzun, Ucuzluk, Üst dudağın derisinin sarkık Üst dudağın ortasında olan naim / hiss-i nâim Uyuyan his, hareketsiz duran umumi / hiss-i umumî Umumî his, genel ortak umumiye / hiss-i umumîye Umumun hisleri, genelin am / hitab-ı âm Umuma hitap, bir topluluğa umumi Umumi konuşma, / خطط Ülkeler, diyarlar. Arapçahıtta / خطه Ülke, diyar. Arapçahıyabe Ümitsiz ve mahrum Uzun kesilmiş et Uğurlu ayağı olan, ayağı uğurlu. Farsçahüceste Uğurlu, mübârek, mes'ud. Farsçahücud Uykusuz kalma. Geceleyin az ve imkan / hudus ve imkân Usul-üd din ve İlm-i kelâmın dâhi ulemâsının ve Hükemâ-i İslâmiyyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlar ile isbat ettikleri hudus ve imkân / خفته Uyuyan, uyumuş. Farsçahukuk-u medeni / hukuk-u medenî Umumi mânada Temel hak ve hürriyetler ve medeni haklar. Avrupaî mânada ise Lâik hukuk sistemi, medeni müstebide / hükûmet-i müstebide Ülkeyi istibdatla, dikta ile yöneten selase / hulefâ-i selâse Üç halife Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali. Üç halife Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman selase / hulefâ-yı selâse Üç büyük Utanma duygusundan dolayı yanaklarda oluşan kızarıklık; Ustalık, / hurâfe / خُرَافَه Uydurma hikâye ve rivayet. Uydurma, bâtıl inanış. Masal. Efsane. Yalan hikâye. Uydurma. Uydurma Ufak parça, küçük Uzun dişi Ufak tefek şeyler satan kimse. Farsçahurf Üzerlik engur Üzüm vifak Uygunluğun güzelliği, güzel / hüşyâr Uyanık, akıllı, zeki. Ayık. Uslu. Uyanık. Üzüntü, keder. Sevincin zıddı. Bu, halk arasında kastedilen dünyevî hüzünden başkadır. Tasavvuf yolunda bulunanlara âit bir hâl. / hüznengizâne Üzüntü veren bir / حُزُنْ Üzüntü. Üzüntü. üstad Üstadın / ib'âd / ابعاد Uzaklaştırmak. Sürmek. Kovmak. Uzaklaştırma. Arapçaibban / ibbân Uygun zaman, vakit. Her şeyin / ibhâmen Üstü kapalı / iblâğ / iclâl / اجلال Ululama. Arapçaicra / icrâ Uygulama, etmek / icrâ etmek Uygulamaya / icrâât Uygulamalar, / içtinâb Uzak durma, rüçhan Üstünlük Ulu etmek, Unutmak. Akıldan çıkarmak. İhmal / iğlâk / اغلاق Üstü kapalı konuşma. Arapçaiğlak-ı uslub / iğlâk-ı uslûb Üslubun kapalılığı; ifade tarzının kapalı oluşu, anlaşılmasının Ucuzlama, fiattaki Utandırma, / ihtâr / اخطار Uyarı, hatırlatma. Arapça İhtâr edilmek Uyarılmak, hatırlatılmak. Arapça İhtâr etmek Uyarmak, hatırlatmak. Arapçaihtarname / ihtarnâme Uyarı / ihtilâf / اختلاف Uyuşmazlık. Arapçaihtilaf noktaları / ihtilâf noktaları Uyuşmazlık olan, hakkında ortak görüş bulunmayan re'y-i ümmet Ümmetin re'y ayrılığı. Halkın fikirlerinin başka başka / ihtilâfat / اختلافات Uyuşmazlıklar. Arapçaihtilafi yerler / ihtilâfî yerler Üzerinde görüş birliğine varılmayan / ihtilâm Uyurken cenabet olmak, düş azmak. Ergenlik. Uykuda cünüb olma. Çocuğun bülûğa, ergenlik çağına ulaştığının alâmeti, işâreti. Uyurken cenabet baide Uzak / ihtirâ-kerde Uydurdukları eşsiz / ihtisâs / اختصاص Uzmanlık. Uzmanlık. Uzmanlık. Arapçaihtisasat Uzmanlık / îkaz / îkâz / ايقاظ Uyandırmak. Gafletten kurtarmak. Tenbih. Uyarı. Uyarma. Tenbih etme. edici etmek / ikazât / îkazât Uyarılar. / ikazkâr / îkazkâr Uyarıcı, dikkat çeken. / îkaznâme Uyarma Ulu görme, büyük görme veya sülüs Üçte / ıksâ Uzaklaştırılma. Ürperme. Ürkmeden dolayı tüylerin diken diken kalkması ve derinin iğne iğne / iktidâ Uymak, tâbi olmak. Birinin hareketini örnek alarak ona benzemeye çalışmak. İttiba etmek. Uyma. Uymak, tabi olmak. / ıktıdâ / اقتدا Uyma. Arapçaiktida / iktidâ / اقتدا Uyma. Arapça İktidâ etmek Uymak. Arapçaiktida eden / iktidâ eden edilme Uyulma, örnek Uyarak, ıktıda ederek, tâbi / iktidâen Uyarak, tâbi' olarak. Uyarak. / ilâf Ülfet ettirme, ülfet ettirilme, alıştırma, tekvini / ilân-ı tekvinî Umumi âfetler ve gök taşları düşmesi gibi Cenab-ı Hakk'ın tekvinî âyetleri ve ibretli hâdiseleri ile hakaik ve hikmet-i İlâhiyesini ilân edip alet / ilm-i âlet Ulûm-i âliyye denilen sekiz yüksek din bilgisini öğrenebilmek için lâzım olan yardımcı ilimlerdir. Bunlara ulûm-i ibtidâiyye, başlangıç ilimleri de denir. Ulûm-i âliyye şunlardırTefsîr, usûl-i kelâm, kelâm, usûl-i hadîs, ilm-i hadîs, usûl-i fıkh, fı kh, ilm-i tasavvuf. Böylece din bilgileri yirmi oilm-i kıraat Usul ve kaidesine uygun olarak Kur'an-ı Kerimin okunması ilmi. Bak Kıraat ve Kıraat-ı seb'a ve Fenn-i kıraatilm-i usul ve akaid / ilm-i usûl ve akâid Usûl ve akâid Uzaklaştırma yahut / imlâ Usûlüne uygun olarak yazma, / imtidâd / امتثال / imtisâl / اِمْتِثَالْ Uyma. edilen Uyulan, boyun / imtisâlen Uyarak, tabi / imtizâc / امتزاج Uyuşma, kaynaşma. Uyuşma, uzlaşma. Arapça İmtizâc etmek Uyuşmak, uzlaşmak. Arapçaimtizackar / imtizackâr / imtizâckâr Uyuşarak, anlaşarak, karışarak. Kaynaşmağa müsait surette. Farsça Uyuşan, / عنب Üzüm. Üzüm. Üzüm. Arapçainebi / inebî Üzüm biçiminde, Ürkütme, / infâz / انفاذ Uygulama, yerine getirme, yapma. Arapçainsa / insâ hakir / insan-ı hakîr Ufak tefek olan / intibâh / انتباه / اِنْتِبَاهْ Uyanma. Uyanma. Uyanış. Arapça düşen gelen / intibahkârâne / intibâhkârâne Uyanıklık içinde olarak. / intibâk / انطباق Uyma. Uyma, uygun hale gelme. Edebiyatta iki zıd şeyin ortak özelliğini bulup birleştirme. Uyum. Arapçaintibak etme Uyum meni / inzâl-i menî Üreme organından meni Uyarma, Üstü kapalı Uzak. Üzüm veya hurma salkımı olan Ufak ufak yapma, Uyutma veya Ummak, ümidetmek, rica Ucuz saymak veya Ürkme, / îsal / îsâl / ا۪يصَالْ Ulaştırmak, vâsıl etmek. Yetiştirmek. Ulaştırma, eriştirme. Ulaştırma, vardırma. edici / isâl edici etme / îsal etme Ulaştırma, etmek / îsal etmek Ulaştırmak, Üstün Üçe bölme. Üç aded / istib'âd / استبعاد Uzaklaşma, uzaklaştırma, akıl dışı sayma. Uzak görme. Arapçaiştigal / iştigâl / اشتغال Uğraşma. Uğraşı. Arapça İştigâl etmek Uğraşmak, meşgul olmak. Arapçaiştigal eden / istihsâl Üretmek, hâsıl etmek, çoğaltmak. Usanmak, fütur getirmek, / istihyâ / استحيا Utanma. Utanma. Arapçaistikaz Uykudan / istînâf / استيناف Üst mahkemeye başvurarak alt mahkemenin kararının feshini isteme. Arapçaistiname Uyur gibi görünme. Yalandan Ürküp / itâat / اطاعت Uyma, boyun eğme. Arapça İtâat etmek Uymak, boyun eğmek. Arapçaitale / itâle / اطاله Uzatma. Arapçaitalik Üstten sağa doğru yatık matbaa harfi. Fransızcaıtare Uçurma, / itilâf Uyuşma, / itilafkâr / ائتلافكار Uzlaştırıcı, birleştirici. Arapça - Farsçaittiba / ittibâ / اتباع Uyma, izleme. Arapça İttibâ etmek Uymak, izlemek. Arapçaittibaen / ittibâen / اتباعا Uyarak. Uyarak, izleyerek, ardından giderek. Arapçaittifaki noktalar / ittifakî noktalar Üzerinde görüş birliğine varılan umumi / ittihad-ı umumî Umumi ittihad. Bütün insanların Uzatmak. Üstünlük, yücelik. Üstünlük, Üzerine çiğ düşmüş, kırağılanmış. Farsçaka'de-i ula / ka'de-i ûlâ Üç ve dört rekatli namazların ikinci rek'atındaki tatbik telif Uygun olan, / kâbise Üveyik kuşu. Ucu üstüne eğri ve kıvrık olan Uykuda ağırlık basması. Korkulu ve insanda hareket bırakmayan rüya. bülend Uzun, yüksek boy. Farsçakahır Üstünlük, Üstün. Üstün Uzun boylu usul Usûl kuralı, metodolojide kullanılan bir / kaideşikenâne Usul ve kaideye riayet etmeyerek, kuralları çiğneyerek, kaideyi bozarak. Farsçakainat-ı naime / kâinat-ı nâime Uyuyan habide Uyumuş hazin / kalb-i hazîn Üzülen kalp, hüzünlü üstad Üstadın / قلمرو Ülke, diyar, topraklar. Arapça - Farsçakalheban Uzun, Üzerinde durulduğunda hafifçe tekrar söylenen Ulu kişi, bala / kamet-i bâlâ Uzun / kânif Udul eden, dönen, yoldan Ümidi tamamen sönmüş. Ye'se düşmüş, ümitsiz, kederli, Uyulması gereken kesin tenasül / kanun-u tenâsül Üreme ve çoğalma Üstüne bina yapılmış sıcak maden suyu, üstü örtülü kaynarca, / kâr-âgâhî Uyanıklık, iş bilirlik. Farsçakar-dani / kâr-danî Uyanıklık, iş bilirlik. Farsçakari' Ulu kişi, ulviye / karîha-i ulviye Üstün ve yüksek zekâ, Ünlü bir / kârname Usta çıkacak kişilerin ustalıklarını göstermek için yaptıkları iş örneği. Farsçakarşinas / kârşinâs / كارشناس Uzman, işten anlayan. Farsçakarva Uzun hörgüçlü Ürpermek, Üzüntülü, Uzak, baid. Ufak boynuzlu dişi Üst üste katlanmış / kavlirâcih Üstün bulunan / kâze Uyluk Üzüntü, keder ve sıkıntı meydana getiren. Farsçakedernak / kedernâk / كدرناک Üzüntülü, kederli. Arapça - Farsçakefeteyn-i havf ü reca / kefeteyn-i havf ü recâ Ümit ve korku kefeleri, asman / kenar-ı âsmân Uyku, / kerân / كران Uç, kıyı. Farsçakeryan Uyuyan kişi, / kesâlet Uyuşukluk, imtiyaz Üstünlük, ayrıcalık Uzun boylu. Farsçakeslan Uyuşuk, tembel, gevşek. bi-hicab / kezzab-ı bî-hicab Utanmaz ve hayâ etmez Ululuk, Ululuk. Büyüklük. Üst düzey, seviye, Uzun ve dar / kirâm Ulular, cömertler, / كشور Ülke. Farsçakişvergir Ülke tutan. Pâdişah, hükümdar. Farsçakişvergüşa Ülke açan, cihangir. Farsçakitab-ı ubudiyet Ubudiyet, kulluk Ufak taneli kübra-yı umumiye / kıyamet-i kübrâ-yı umumiye Umumî olan büyük umumiye / قِيامَتِ عُمُومِيَه Umumi Üç tümen ve bağlı birliklerden meydana gelen büyük askerî Uzay Üzüm ümmet Ümmetin uluları, / kudûm Uzaktan gelme, ayak Üveyik kuşuna benzer bir / küllî / كلي / كُلّ۪ي Umumî. umur / külliyât-ı umûr / كُلِّياَتِ اُمُورْ Umûmî / كُلِّيَتْ Ümidsizlik. Ye'se nisyan / kûşe-i nisyan Unutma köşesi, nisyan köşesi. Unutma köşesi, unutulan Uzun dülger rendesi. Farsçakütüb-ü salise / kütüb-ü sâlise Üçüncü kitap, üçüncü makale Muhâkemât'ın üçüncü makalesi.kütüb-ü selase / kütüb-ü selâse Üç umumiye Umumi selase / kuva-ı selâse Üç kuvve; akıl, gazap ve şehvet selase / kuvâ-yı selâse Üç güç; gazap gücü, şehvet gücü, akıl gücü. Üç kuvvet. Kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliye.kuva-yı umumiye / kuvâ-yı umumiye Umumi galibe Üstün ve ezici müvellide Üreme ulviyet Ulvî, yüce, İlâhî / lâhayr Uğursuz, / lâhık Ulaşan, Uğursuz, meş' / lahutî / lâhutî Uluhiyet âlemine mensub ve müteallik olan. Sır âlemi. Gaybî âleme ait. Ruhanî âlemle alâkalı. Uluhiyet âlemiyle Uluhiyet âlemine girebilen Üstü önden ve arkadan açılıp kapanır, körüklü, geniş araba nevilerinden biridir. Halk arasında "Landon" şeklinde telâffuz edilen bu araba, fayton ve kupalara nazaran daha ağır ve gösterişli idi. Fransızcalayık / lâyık Uygun. Uygun, hadra / lebîd Ünlü bir Ülfet, misali / levh-i misâlî Üzerinde görüntülerin yansıdığı imaniye Üzerinde imanî bilgiler yazılan Ulaşmak, / lihyanî Uzun ve kaba sakallı üstad Üstadın Ulaşmak. Yaklaşmak. Sonradan Üzüm Uyku mutabakat Uygunluğun lüzumu, Üstü çardak şeklinde yapılı Üzülerek, üzüntüyle Üzülerek, yazık Uzayda yer dolduran / mâderender Üvey ana. Farsçamafevk / mâfevk / مافوق Üst, yukarı, üst derecede bulunan kimse, âmir. Üstün, üstünde olan. Üst. Üst, üstü, yukarısı. Arapçamagalıb Üstün gelen, galebe Ustalık, beceri. Ustalık, Udul etmek, / mahcûb Utangaç, / mahcubâne Utanarak, utanmış bir hâlde. Sıkılganlıkla. Farsçamahcubiyet / mahcûbiyet / محجوبيت Utangaçlık, sıkılganlık, mahcubluk. Utanma, utangaçlık. Utangaçlık. Utangaçlık. Arapçamahcup Utanan; / mâhirâne Ustaca, ustalıkla, maharetle. Farsça Ustaca, Üzerine yük konulan / مخمور Uykulu, baygın. Arapçamahsul / mahsûl / محصول Ürün, sonuç. Ürün, netice. Ürün. Ürün, sonuç. Arapçamahsulat / mahsulât / mahsûlât / مَحْصُولَاتْ Ürünler. Ürünler, eserler. Ürünler. Üretilenler, verme / mahsulât verme Ürün / mahsûldâr / mahzûn / mahzûnâne Üzgün olarak, selase / makalât-ı selâse Üç makale, salise / makale-i sâlise Üçüncü reca / makam-ı recâ Ümit Uzun boylu Ümit kesecek Ulaşmış, üstadane / malûm-u üstadâne Üstadın bildiği fih / manahnü fîh Üzerinde durduğumuz, bahsini ettiğimiz mes'ele. Hakkında / mâruz Uğrama, tesirinde ve karşısında olma / mâruz olma Uğrama, tesirinde ve karşısında olmak Uğramak, tesirinde umumiye Umumi Üzerinde mum veya fitil yakılan çıra ve Üstün / مظهر Üzerinde buyurma Ulaştırma, / me'lûf Ülfet edilmiş, / me'mûl / مَأْمُولْ Umulan, ümit edilen. Umulan. Ümid edilen. Beklenilen. Umulan, ümit edilen. Ümid / me'yûs / مأیوس / مَأْيُوسْ Ümitsiz. Ümidsiz. Kederli. Ye'se düşmüş. Ümidi kesik. Umutsuz. Arapça Me'yûs etmek Umutsuz bırakmak. Arapça Me'yûs olmak Umudunu yitirmek. Arapça / me'yusâne / me'yûsâne Ümidsizlikle. / me'yûsiyet / مَأْيُوسِيَتْ Ümitsizlik. ümid Ümidin Ucuzluk. / meccânen Ücretsiz, parasız. Ücretsizlik, / مجد Ululuk. Arapçamecid / mecîd / مجيد Ulu. Arapçamêcur Uzatmak, çekmek, Kur'ânı kerîmde uzatan harflerden elif, vav, yâ biriyle kendilerinden önceki harfleri bahis / medâr-ı bahis Üzerinde hicap Utanma imtiyaz / medâr-ı imtiyaz Üstünlük, ayrıcalık intibah / medâr-ı intibah / مَدَارِ اِنْتِبَاهْ Uyanma sebebi. Uyanma rüçhaniyet / medar-ı rüçhâniyet Üstünlük şeamet / medâr-ı şeâmet / مَدَارِ شَآمَتْ Uğursuzluk teessüf / medâr-ı teessüf Üzüntü veren, üzüntü tenasüp / medâr-ı tenasüp Uygunluk sebebi, tevafuk / medâr-ı tevafuk Uyumluluk Uzatma, çekme; مُسْتَقِيمْ kelimesinde kaf harfini uzatan "ye" harfi, "medd" nazar Uzağa bakma. Gözün görebildiği kadar göz Uzatma işareti. Uzatma; çekim harfleri; yazıldığı halde okunmayan, kendisi harekesiz olup, kendinden önceki harfi uzatan elif, vav, ye / مدنيت Uygarlık. Arapçamedhur Uzaklaştırılmış veya kovulmuş olan. Tardedilmiş / medhuşâne Ürkmüş gibi. Ürkmüş bir / mefkûre / مفكوره Ülkü. Ülkü, ideal. Arapçamefkureci Ülkücü, / mefkûrevî / مفكوروی Ülkü ile ilgili. Arapçameftut Ufalanmış, parça parça edilmiş, Üstün gelen. Fazla gelmiş Uzaklaşmış, terk uhuvvet Uhuvvet beşiği. Kardeşlik kazanılan baid / mekân-ı baîd Uzak mekân, uzay Usanç verici, usandıran, sıkan. Farsçamelil / melîl / melûl Usanmış. / memkûre Uysal, Üzerine yağmur yağmış. Yağmur yağarak Umulan, / mêmûl / memûl / مأمول Umulan, beklenilen. Arapçamenafi-i umumiye Umumi menfaatler, umumi / menâm Uyku hâli. / menâmen Uyuyarak. Uykuda olarak. Uyku halinde, rüyada. baide / menatık-ı baîde Uzak mıntıkalar. Uzak / menhûs / منحوس / مَنْحُوسْ Uğursuz. Kötü. Meş'um. Uğursuz, kötü. Uğursuz. Uğursuz. Arapça Uğursuz, kötü / منقبه Ünlü kişilerin yaşamlarına ilişkin ve çoğu gerçekle bağdaşmaz öyküler. Arapçamensiyet Unutulma, hatırdan Ürkerek, korkarak, korku baide / merahil-i baîde Uzak konaklar. Uzak / mercû Ümid edilen. Ümid edilmiş. Rica olunan. Ümit edilen, rica merg / mergâ merg Umumi vebâ hastalığı. Farsçamerik Usfur Üzerinde kuş tüyü olan Üstün bala / mertebe-i bâlâ Üst / مشئوم / meş'ûm / مَشْئُومْ Uğursuz, şom. Arapça / meş'ûmâne baide / mesâfât-ı baide Uzak / مسافه Uzaklık. Uzaklık. Arapçamesafe-i baide / mesafe-i baîde Uzak / meşâgil / مشاغل Uğraşlar. Arapçameşahir / meşâhîr / مشاهير Ünlüler. Arapçamesail-i içtihadiye-i hilafiye / mesâil-i içtihadiye-i hilâfiye Üzerinde ihtilaf edilen içtihadi / meşâle Ucu alevli Üç kez karısı ölmüş adam. Üç kez kocası ölmüş kadına "mesfiye" derler.meşgale / مشغله Uğraşı. Arapçameşhur / meşhûr / مشهور Ünlü. Ünlü, tanınmış, bilinen. Arapçameşk Uzun uzun yazma, Uzun başlı / meşûm / meşûmâne / meşûme Uzun ve yüce / metbû / متبوع Uyulan, izinden gidilen, tâbi olunan. Arapçametod Usûl, münasib / mevadd-ı münâsib Uygun baide / mevaki-i baîde Uzak Üzerinde durulması gerekli noktalar; belli konuların işlendiği selase / mevâlid-i selâse Üç çocuk; dört unsurun su, hava, toprak, güneş birleşiminden meydana gelen madenler, bitkiler ve münasib Uygun yer ve münasip Uygun mevki, ilgili tatbik Uygulama yeri, münasib Uygun yer ve münasip Uygun / mevzû Uydurulmuş ehadis / mevzu ehâdis Uydurma hadisler; yalan olduğu halde Peygamber Efendimize dayandırılan uydurma / مَوْضُوعْ Uydurma feza Uzay tefevvuk Üstünlük elde etmek meyil ve Üstün görünme meyli, / مَيْمَنَتْ Uğur, saadet, / meymûn / ميمون Uğurlu, kutlu. Uğurlu. Arapçameyus / meyûs Ümitsiz. / mêyûs / مأیوس Umutsuz, üzgün. Arapçameyus etmek Ümitsizliğe / meyusâne / meyûsâne Ümitsizce. Ümitsizce, ümitsiz bir / mêyûsane / mêyûsiyet Usul, kaide. Yol. Âdet. / مَزِيَتْ Üstün özellik. Üstün vasıf. / مزیت Üstünlük. Arapçami'za Ufak taşlı sert yapılı sağlam Üzerinde kamış kalemlerin uçları kesilen sedef, kemik, ağaç, fil dişi veya mâdenden yapılan / millî / ملى Ulusal. Arapçamilliyet Ümmet. Aralarında din, dil ve tarih birliği olan topluluktaki hâl. Millet olma. Aralarında maddi mânevi birlik ve beraberlik râbıtaları bulunan topluluktaki / مليه Ulusal. Arapçaminkaz Uzunluğuna yarılmış, boylamasına / mıntıkatü'l-burûc Uzayda on iki burcun bulunduğu Üzüm çubuğunu yerden kaldırıp bağlayıp sardıkları Uylukları zayıf ve etsiz olan Uzağa giden Uzun burunlu ışık fitili / mızrâk Ucu sivri uzun saplı harp âleti. Kargı. Ucu sivri savaş Ustura. Farsçamuamelat-ı galiye / muamelât-ı galiye Üstün / مُعَمَّرْ Uzun ömürlü. Uzun ömürlü. Uzun ömürlü, çok Ünvanlı, Usfur ile boyanmış Uzaklaştıran, Uğurluluk, / mübâşir / مُبَاشِرْ Ulaştıran, / مبتلا Uğramış, tutulmuş, yakalanmış. Arapça Mübtela olmak Uğramak, tutulmak, yakalanmak. Arapçamucib-i teessür / mûcib-i teessür Üzüntüye sebep olan. Üzüntü / müctehed-ün-fihâ Üzerinde ictihad edilen mes' medide Uzun zaman, uzun / مؤسف Üzücü. Üzücü. Arapçamufaddıl Üstün eden, Üstünlük / müfârakat Uzaklaşma, umumiye Umumî ayrılıklar, genel Uydurma, sahte, ümmet Ümmetin Üstün olmağa, galib gelmeyeğe çalışmak. Birisine galib / مخدر Uyuşturucu ilâç. Uyuşturucu. Arapçamuharebe-i meş'ume Uğursuz, kötü Uğraştıran, Uyuşmamış. Birbirine uymamış. İhtilâf Umulur, olabilir, salise Üçüncü Üzeri yumuşak dikenlerle örtülü olan hayvan. Uzaklaştırılmış. Uzak / muktedâ / مقتدا Uyulan. Arapçamuktedi / muktedî / مقتدی Uyan. Arapça Muktedî olmak Uymak. Arapçamülayemet / mülâyemet evvel / ملازم اول Üsteğmen. tamamiyet / mülkî tamamiyet Ülke varlığı, toprak / مُلْكِيَه Ülkenin idaresi için çalışanların bulunduğu daire. Ülke idaresiyle ilgili / mümârese / mümâşat / مماشات Uysallık, suyuna gitme, alttan alma. Arapçamümaşatkar / mümâşâtkâr Uyumlu Uzayan. Uzayan. Sürekli, devamlı. Uzanmış, çekilmiş, imtidâd etmiş. Unutma, / münâsebât Uygunluklar, tevafukıyet / münâsebât-ı tevafukıyet Uygunluk arz eden münâsebetler, / münâsebet / مناسبت Uygunluk, ilgi. / münâsib Uygun. Uygun, / مناسب Uyku hususunda / منبه Uyandıran, tenbih eden, dalgınlıktan kurtaran. Uyuşukluğu gideren. Uyandıran, dalgınlıktan kurtaran. Uyarıcı, uyandırıcı. Arapçamünebbihat / münebbihât Uyandıranlar. Tenbih edenler. Uyuşukluğu giderici Uyutulmuş. Gaflet verilmiş. / مُنَوِّمْ Uyutucu. Uyutucu. Uyku veren ilâç. Uyutucu, uyuşturucu. Uyutan, Uzanıp Uygun. / منطبق Uygun, uyumlu. Arapçamuntazar Ümid ile gözlenen. Beklenen. Uyanık, intibah eden. Agâh ve habir olan. Gafletten ayrılmış olan. Uyanık olan. / müptelâ / مبتلا Uğramış, tutulmuş, yakalanmış. Arapça Müptelâ olmak Tutulmak, yakalanmak, uğramak. Arapçamüraat / mürâât / mürââten Üstünlük, müreccah amal / mürevvic-i âmâl Uygulamaya sokmaya çalışan, yapmaya teşvik Uyutucu / mürtecâ Ucuz sayan. İrtihas Uygunsuz, izin Üzerine urba astıkları / مساعد Uygun. Uygun. Arapçamüsait / müsâit Uygun. Üslûp, tarz ve şekilce birbirine / müsâlemet Uyuşmak; fikirler ayrıldığı, sözler çoğaldığı zaman münâkaşa etmemek; sertliği, bölücülüğü, ayrıcılığı istemeyip, barışmak umumiye Umumî barış ortamı; herkesi içine alan barış ve Uyuşturucu, bayıltıcı, dondurucu / مثلث Üçgen. Arapçamüsellesi / müsellesî Üçgen biçiminde / مثلث الشكل Üçgen şeklinde. Arapçamusibet-i amme / musibet-i âmme / musîbet-i âmme / مُصِيبَتِ عَامَّه / مُص۪يبَتِ عاَمَّه Umuma ve cemiyetin ekseriyetine gelen belâ. Umuma gelen musîbet. Umuma gelen Ünlü hadîs kitaplarından biri, bu kitabı yazan âlimin Uzun, / مستبعد Uzak. Arapçamüstahdem Ücretle çalışan, hizmette bulunan, / مُسْتَحْصِلْ Üretici. Üretici. Uzayan, Ücret ödeyen. Kirâcı. Ünsiyet peyda etmiş olan, alışık. Alışılmak Uzak farzeden, uzak gören, uzak sayan. / müstebîd Uzak / مشتهر Ünlü. Ünlü. Arapçamüstes'id Uğurlu / müstetbeâtü't-terâkib Üslup içindeki cümle ve kelimelerin çağrıştırdıkları / müstetîl Uzun, / mutâbaat Uyum, / mutâbakat / مُطَابَقَتْ Uygunluk. Uygunluk. / mutâbık / مطابق / مُطَابِقْ Uygun. Muvafık. Uyan. Uygun. Uygun. Uyan, uyumlu. Arapça Uçurup gönderme. Üşengeç, / mütebâid Uzaklaşan. Bir birinden uzak bulunan. / mütebâyin Uymaz, zıt, Üstün zekâlı ve anlayış sahibi gibi harekette Üstün zekâ ve anlayış sâhibi gibi harekette bulunana yaraşır yolda. Farsçamüteessif / متأسف / مُتَأَسِّفْ Üzüntülü. Üzgün. Arapça Müteessif olmak Üzülmek. Arapça / müteessifâne / متأسفانه Üzülürcesine. Üzgün, esefli. Arapça - Farsçamüteessifen Üzüntü duyarak, teessüf / مُتَأَثِّرْ Üzüntülü, etme Üzme, etmek Üzmek, / müteessirâne Üzüntülü bir halde. Üzüntü ile, üzülerek, teessürle. Farsça Üzüntü duyarak, Üzüntülü Üstünlükle, üstün gelerek. Farsçamütehassıs / متخصص / مُتَخَصِّصْ Uzman, işin ustası. Uzman. Arapça Üstadlık dâvâsı eden, fakat üstad olmayan Uzak ve / متمدن Uygar. Arapçamütemelli Uzun ömürlü ve rahat / mütenâsib / متناسب Uygun, aralarında muntazam bir nisbet bulunan, muvâfık, birbirine mensub ve müşâbih olan. Uygun, birbirine yakışan. Uygun, uyumlu. Arapçamütenavimane / mütenavimâne Uyur gibi görünerek. Farsçamütenebbih / مُتَنَبِّهْ Uyanmış, tenbih ile uyarılmış olan. Bir şeyden ders alıp aklını başına toplayan. Uyanmış, uyanık. Uyanmış. Uyanmış, Üzümle ekmek Uğursuz Üst üste, aralık vermeden, peş / متيقظ / مُتَيَقِّظْ Uyanık, uyanmış, tetikte, gözü açık olan. Uyanık. Uyanık bulunan,tetikte gözü açık olan. Uyanık. Uyanık, teyakkuz durumunda olan. Arapça / müteyakkızâne Uyanık ve dikkatlice, göz açıklığı ile. Farsçamutırr Uzatılmış. Uzatılan söz. Sözdeki itnâb, yâni; Üstüne sahtiyan bürünmüş aleyh / مُتَّفَقٌ عَلَيْهْ Üzerinde birleşilen mes'ele. Hakkında müttefik olup anlaşmaya varılmış olan. Üzerinde birleşilmiş. Üzerinde ittifak Üstünde birleşilen / muvâfakat / مُوَافَقَتْ Uygunluk. Uymak. Anlaşmak. Karşılıklı anlaşma. Râzı olma. Müsâade. Uygunluk; bir durumu uygun görme. Uygunluk, uygun bulma. etme Uygun / muvâfık / موافق / مُوَافِقْ Uygun. Yerinde. Denk. Uygun. Uygun. görme Uygun Üns tutmak, dostluk / muvâsal Ulaşan, / muvâsala Ulaşma, amme / muvazene-i âmme Umumi, genel / مُوَلِّدَه Üretkenlik. Üreme Üstünlük, muzafferlik, düşmana üstün Ücretle çalışan. Farsçamüzevver Uydurulmuş. Uydurma, Uykusu gelmek. Uyku Uykusu gelmiş olan Usulsüz, kuralsız, yolsuz, kaidesiz. Farsçana-çespan Uygun ve yakışık olmıyan. Farsçana-demsaz Uymayan, uygun olmayan, âhenksiz. Farsçana-endiş Uzun uzadıya düşünmeğe değmez. Açık, muhakkak. Farsçana-me'mul Umulmadık, beklenmedik anda. Farsçana-mübarek Uğursuz, meymenetsiz. Farsçana-sazi / na-sazî Uygunsuzluk, münasebetsizlik, uymazlık. Farsçana-ümid Ümidsiz. Ümidi kırılmış. Farsçana-ümidi / na-ümidî Ümit kırıklığı, ümitsizlik, me'yusiyet. Farsçanahs / نحس Uğursuzluk. Arapçanail / nâil Ulaşan, / nâim / نائم Uyuyan, uykuda olan. Uyuyan. Uyuyan. Uyuyan. Arapçanaimane / naimâne Uyur gibi, uyuklayarak, uyurcasına. Farsçanaime / nâime kazanma Ün kazanma, / nâmâver / نام آور Ünlü, sanlı. Farsçanamberdar / nâmberdar / نامبردار Ünlü, sanlı. Farsçanamdar / nâmdar / نامدار / nâmdâr / نَامْدَارْ Ünlü, şöhretli, meşhur. Farsça Ünlü, şöhretli, meşhur. Ünlü, namlı. Farsça / nâme'mûl / نامأمول Umulmayan, beklenmedik. Farsça - Arapçanami / nâmî / نامى Ünlü, namlı. Farsçanamüsaid / nâmüsaid / نامساعد Uygun olmayan. Farsça - Arapçanamuvafık / nâmuvafık / nâmuvâfık Uygunsuz. Uygun / nâmver / نامور Ünlü. Farsçanaseza / nâseza Uygun Unutan, nisyan Ulaştırmak, / nayî amme / nazar-ı âmme Umumun bakışı, genel umumi / nazar-ı umûmî / نَظَرِ عُمُوم۪ي Umumun Uzak / neffâs Üfleme, verme. / نفحه Üfleme, üfürme. İsrâfil aleyhisselâmın, kıyâmetin kopup insanların öleceği ve tekrar diriltilecekleri zaman, nasıl olduğu bizce bilinmeyen sûra üflemesi. Üfürme. Arapçanefite Unu suya koyup kaynatıp koyulaşıncaya kadar amme / nefret-i âmme / نَفْرَتِ عَامَّه Umumun, genelin nefreti. Umûmî Üfürmek, Üstünde yük doğru durmayan ümit Ümit sarhoşluğu, / نوم / نَوْمْ Uyku. Uyku. Uyku. Arapça / nevm-âlud / nevm-âlûd Uykulu, uykuya bulaşmış, uyumuş. / nevmâlûd Uyku ile / nevmî Uyku ile alâkalı, uykuya / nevmîd / نوميد Ümidsiz, me'yus, mükedder, cesareti kırılmış. Farsça Ümitsiz, üzgün. Umutsuz. Farsça Nevmîd etmek Umutsuzluğa düşürmek. Farsça Nevmîd olmak Umutsuzluğa kapılmak. Farsçanevmidane / nevmidâne Ümitsizce, kederli ve ümidsiz olarak. Farsçanevmidi / nevmidî / nevmîdi Ümidsizlik, cesaret kırıklığı. Ümitsizlik, cesaret Uyku ile Üflemeli bir / nisyân / نسيان / نِسْيَانْ Unutmak, hatırdan çıkarmak. Unutkanlık. Unutma. Unutma, unutuş. Unutma. Uzun boylu üstadane / niyet-i üstadâne Üstadın kendi / nizâmâtü'l-âlem Uluslararası ittifak Üzerinde görüş ve fikir birliği olan Uzun boylu Uyuklama, / nüasî Uyuklama ile Uğursuzluk. / nühûset selase / nukat-ı selâse Üç umumiye Umuma ait, herkesle ilgili ince ve derin bir nokta, imtisal Uyulacak örnek. Örnek alınacak tavil Uzun Üzerinde demir gibi madenlerin dövüldüğü çelik yüzeyli, kalın ve bir tarafı sivri / pâdişah Ülkeyi idare eden devlet Üzerine ilân, tablo, vs. asmaya yarayan levha. Fransızcaparçe Ufak şey, küçük nesne, parça. Farsçapeçel Üstü başı pislik içinde ve iğrenç olan adam. Farsçapedender Üvey baba. Babalık. Farsçaperdaz / perdâz hacalet / perde-i hacâlet Utanç hicap ve haya / perde-i hicap ve hayâ Utanma ve çekinme nukuş Üzeri nakışlarla dolu Utanmaz, açıksaçık konuşan. Farsçapere Uç, kenar. Farsçapermer Ümid etme, umma, bekleme. İntizar. Farsçaperran Uçan, uçucu. Farsçapervaz / pervâz / پَرْوَازْ Uçmak, kanat açmak. Uçuş. / pervazgâh Uçulacak yer. Tayyâre meydanı. Hava alanı. Farsçapervin / پروین Ülker denilen yedi yıldızın tamamı. Farsça Ülker, Süreyya. Farsçapeygule-i nisyan Unutulma / پيك / پَيْكْ Uydu. Uydu. Ulak. Farsça Ulaşma, vasıl olma, kavuşma. Farsçapiruz Uğurlu, hayırlı. Farsçapiruzi / piruzî Uğurluluk, hayırlılık. Farsçapratik Ümit Üvey oğul. Üvey evlâd. Farsçarabb / râcih / رَاجِحْ Üstün, seçilen. Üstün / râcihane Üstün tutarak, tercih ederek. Üstün Üzerine ateş yakıp kızdırdıkları amme / رَغْبَتِ عَامَّه Umûmun beğenmesi ve umumiye Umum tarafından rağbet edilip beğenilme. Herkes tarafından Üstü yumuşak, altı sert olan düz Uyumak üzere bulunma. Uykuya dalar gibi Uyku. Ulaşmak, Ürkmek, korku, halecan. Hareket-i nefsaniye. am / re'y-i âm Umumun re'yi, ekseriyetin fikri. Umumun Umumi fikirleri birer hakikat sayan felsefi görüş. Hadiseleri olduğu gibi anlatma ve gösterme gayesi güden san'at çığırı, / recâ / رَجَا Umma, dileme, isteme, arzu. Ümit. Ümid etmek, Allahü teâlânın rahmetini ummak. Ümit. / rehavî Urfa'lı. Farsçarektör Üniversitenin başkanı. Fransızcarekud Ürkek, ürkücü. Farsçaremide / remîde / رميده Ürkmüş, korkmuş, çekingen. Farsça Ürkmüş. Farsçaresan Ulaştırı yağan Ulaştırıcı, getirici. Farsçareva / revâ / روا Uygun, lâyık. Uygun, layık. Farsçarevadaşte Uygun bulmuş. Farsçarez Üzüm, / rezâlet Utanılacak hâl ve Utanmaz, / riâyet / رِعَايَتْ Uyma. Uyma, uygunluk. etme / riâyet etme Uyma, etmek Uymak, Uyarak, Ümit. Umma, dileme. Ümid etme, / ricakârâne Umarak, ümit Üstünlük, yükseklik, üstün olma. Fazilet, haslet veya her hangi bir şey cihetiyle diğerinden üstün olmak. / رجحان Üstünlük. Arapçarüchaniyet Üstünlük. Üstün oluş, rüçhanlık, daha mühim olma Urfa / rühavî Urfa'lı. Farsçarukad Uyku, nevm. Uyuma, / rüsûh Ustalık, sağlamlık, / rüyâ Uykudayken girilen misalî bir âlemde Uzun ömürlü. Farsçaşa'ban-ı muazzam / şa'bân-ı muazzam / شَعْبَانِ مُعَظَّمْ Üç aylardan ikincisi, kıymeti çok büyük olan şa'bân şerif / şa'bân-ı şerîf / شَعْبَانِ شَر۪يفْ Üç ayların ikincisi olan şerefli Uzun, müselles / sâ-i müselles Üç noktalı sâ' harfi. Se harfi de denir.saat-i muhtar Uğurlu Uykusu tatlı. Farsçasafsata Uydurma, aldatıcı mantık fiil / sâha-yı fiil Uygulama tatbik / sâha-yı tatbik Uygulama sahası, / şâheser / شاه اثر Üstün ve büyük eser. Üstün nitelikli eser. Farsça - Arapçasahib-i kemal / sahib-i kemâl Üstün özellik ve fazilet kemalat / sahib-i kemâlât Üstün özellik ve fazilet selase / sahife-i selâse Üç vesia / sahrâ-i vesîa Uçsuz bucaksız hail / sahrâ-yı hâil Ürperti veren / شاه سوار Usta binici. Farsçasahv Uyanıklık, aklı başında, şuuru yerinde olma hâli, sekr hâlinin zıddı. Tasavvufta kendini kaybetme hâlinden kurtulup, ayılma hâli. Fenâdan sonraki bekâ Uyanıklık meşhur Ünlü / sâirfilmenâm / سائر فى المنام Uyurgezer. Arapçasak'ab Uzun, / صَاقُو Üst tarafa giyilen elbise. Ceket, aba, palto gibi Üst tarafa giyilen elbise, Uzun ince / sâlis / ثالث Üçüncü. Arapçasalise / sâlise / sâlisen / ثالثا / ثَالِثًا Üçüncü olarak. Üçüncü olarak. Üçüncüsü. Üçüncüsü, üçüncü olarak. Arapça Üçüncü Uzun ve çok yoğun olan Uzaktan parlak bir yol gibi görünen yıldızlar Ustalıkla, hünerle yapılan iş. Ustalık, hüner, / san'atkâr Usta, san'atçı. Farsçasanat / sanât Ustalık, Ustaca ve tertibli yapıcı oluş. Sâni' Ulu, kerim Ucu yarılmış / sathî / سَطْح۪ي Üstün Uzun visal / savm-ı visâl / صَوْمِ وِصَالْ Üstüste iftar etmeden oruç Uyuza benzer bir esef / şayân-ı esef / شَايَانِ اَسَفْ Üzücü, üzüntü verici. Üzülmeye medid Uzun / şâyeste Uygun, yaraşır, lâyık. Uygun, / şayestegî Uygunluk, liyâkat. Farsçasayfufet Udûl etmek. Yoldan çıkmak, Üzerine yük yüklenip yolcunun da bindiği hayvan. Farsçasazkar / sazkâr Uygun, muvafık. Farsçasazkari / sazkârî Uygunluk, muvafakat. Farsçase / سه Üç. Farsça Üç. Farsçase-pa Üç ayaklı. Sehpâ. Farsçaşeamet / şeâmet / شآمت / شَئَامَتْ Uğursuzluk, kötülük, bedbahtlık. Uğursuzluk, kötülük. Uğursuzluk. Arapça Uzun, / sebaimeşhûre Ünlü / sebâyidü / سه با دو Üç ve iki. Farsçaşebeb Üç yaşına girip dişleri tamamlanmış olan hacalet / sebeb-i hacâlet Utanmaya sebep olan Uzun, / سبك Üslup. Arapçasebla / seblâ / سبلا Uzun kirpikli göz. Arapçasebla' Uzun kirpikli Uzun, ineb Üzüm ümem Ümmetlerin şefaatçısı Hz. Muhammed / şehîr / شهير Ünlü, tanınmış. Ünlü, meşhur. Arapçaşehleb Uzun Uzun boylu amme / selâmet-i âmme Umumî esenlik, / selâs / ثلاث Üç. Arapçaselase / selâse / ثلاثه Üç. Üç. Arapçaşelvarbend / şelvârbend / شلواربند Uçkur. Farsçaşemerdel Uzun boyunlu, seri Üç defa haraç Uzun, Uzun, / سنيه Ulu, yüce. Arapçaşenşene Usul. Uzun, aliye / şeriat-i âliye Üstün, yüce, ilâhî / شرم Utanç. Utanma. Hayâ etme. Hicab etme. Farsça Utanç, utanma. Farsçaşermende / شرمنده Utanmış, mahcub. Utanılacak bir iş yapan. Farsça Utangaç. Farsçaşermendegi / şermendegî / شرمندگى Utangaçlık. Farsçaşermgin / şermgîn / شرمگين Utangaç. Utanan, hayâ eden. Farsça Utangaç. Farsçaşermnak / şermnâk / شرمناک Utangaç. Farsçaşermsar / şermsâr / شرمسار Utangaç, müstahyi, mahcub. Farsça Utangaç. Farsçaserşikeste Ucu kırılmış olan. Başı kırık. Farsçaşervat Uzun, Uzununa kesilmiş olan sahtiyan / şevâgil / شواغل Uğraşılar. Arapçasevded Ulu / شوكت Ululuk. Arapçaşevzeb Uzun, filmenam / seyr-i filmenâm Uykudaki veya rüyadaki umumi / seyr-i umumî Umumi, geniş bir / seyrfilmenâm / سير فى المنام Uyurgezer. Arapçaşibh-i beşere Üst deriye benzer teessür Üzüntü ve ıztırabın / sidretülmüntehâ / سدرة المنتها Uzayda bulunduğu varsanılan ve ötesine geçilemeyen bir ağaç. Arapçaşinas Uzun, / سنه Uyuklama, uykuya dalma başlangıcı. Uyku ile uyanıklık arası. O anda insan, sesi duyduğu halde anlamaz. Uyuklama. Arapçasinet tefevvuk Üstünlük sırrı, tevafuk Uygunluk, denklik Üstünde yemek yenilen / شهره Ünlü, şöhretli, meşhur. Ünlü. Arapçaşöhret / شهرت Ün, tanınırlık. Ün, şan. Ün. Arapçaşöhretgir / şöhretgîr Ün / şöhretşiâr / شهرت شعار Ünlü. Arapçaşugmum Uzun, / şugûl / شغول Uğraşılar. Arapçasühad Uyanık selase / şuhur-u selâse / şuhûr-u selâse Üç aylar. Üç aylar; Recep, Şaban ve Ramazan selase ve muharreme / şuhur-u selâse ve muharreme Üç aylar ve haram / şuhûruselâse Üç Ücret, ivaz. Cezâ. Karşılık. Amelin külli / şükr-ü küllî / شُكْرُ كُلِّي Umumî ve kapsamlı bir şükür. Umumi nimetler için yapılan şükür. Umumi, büyük şükür. Umumi, büyük / sülâsî Üçlü, üçe ümmet / sulehâ-yı ümmet Ümmetin salih / ثلث Üçtebir. Arapçasülta Uzun / ثُلُثْ Üçte bir. Üçte bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda üçte bir hisse pay. Üçte bir, üç parçadan biri. Bir yazı çeşidi. Üçte bir. Üçte / sülüsân / ثلثلان Üçte iki. Üç kısımdan iki kısım. Üçte iki. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda üçte iki hisse pay. Üçte iki, üçte iki kısım. Üçte iki. Arapçasülüseyn Üç parçada iki parça, üç kısımda iki kısım. Üçte / şûm / شوم Uğursuz. Uğursuz, şom. Farsçaşümhut Uzun, / sun'î Uydurma, Uzak olmak. Irak layık / suret-i lâyık Uygun biçim, / süreyyâ / ثریا / ثُرَيَّا Ülker Pervin yıldızı. Yedi veya altı yıldızlardır ki; ikişer ikişer karşılıklı dururlar ve Ayın geçtiği yerlere yakın görünürler. Gerdanlığa benzemesinden Felekiyâtta "Ikd-ı Süreyya" tabir edilir. Ülker yıldızı, bir yıldız topluluğu. Ülker yıldızı. Ülker takımyıldızı; yedi veya altı yıldızdan meydana gelen ve Ayın geçtiği yerlere yakın görünen bir takımyıldızı. Ülker, Pervin. Arapça Ülker takım Uzun, Ustura. Farsçasüvüm Üçüncü. Farsçata'mim / ta'mîm / تَعْم۪يمْ Umumileştirme. Herkese bildirme. Umumileştirme, herkese bildirme, genelge. / ta'rîz Üstü kapalı ve dokunaklı söz; kapalı îtirâz etmek; bir tarafı gösterip diğer tarafı kasd eşraf Ümera, yüksek tüccar, köy a'yanı gibi şerefli kimseler hakkındaki ta'zirdi ki, ya bilvasıta ilâm suretiyle veya mahkemeye celbedilerek bilmuvacehe ihtar suretiyle / تعهد / تَعَهُّدْ Üstlenme. Arapça Taahhüd etmek Üstlenmek. Arapça Üzerine / تَعَمُّمْ Umumileşme, genelleşme. Uzuv peydâ etme. havas / tabaka-i havâs / طَبَقَۀِ خَوَاصْ Üst / tâbi etmek / tâbi etmek olma / tâbi olma olmak / tâbi olmak / tâbi' / تَابِعْ / tâbiiyyet / تابعيت Uyruk. Arapçatabu Uğursuz, hakkında konuşmaktan Üşenme, gevşek Üstünlük / tafdîl / تَفْض۪يلْ Üstün tutma. Üstün tutma. Üstün etmek Üstün / tafsîl Uzun uzadıya anlatma. Uzun uzadıya, etraflıca Uzun uzadıya, tafsilâtlı Üstün gelme, zorbalık, / tahaşşî / تخشى Ürperme. Arapçatahassul Ufak etmek. / tahrîf / تحریف Üstünde kalem oynatarak bozma, asıl anlamını bozma. Arapçatahsib Ufak taşları mescide veya başka yere Üzerinden zaman Uymak, iktida Üzüm çekirdeği. Farsçatamim / tâmîm Umumileştirme, genelleme; bir hükmü aynı cinsin bütün fertlerine Ufak fırın, ekmek pişirilen Uzak Üzümü ekmekle etmek Uzaklaştırmak, umumi / tarih-i umumî Umumî zımniye / târizat-ı zımniye Üstü kapalı ve dolaylı ifadelerle saldırma, tenkit tatbik Uygulama / tasniât Uydurma / تصویب Uygun bulma, onaylama. Uygun görme. Uygun görme. Arapça Tasvîb edilmek Uygun görülmek. Arapça Tasvîb etmek Uygun görmek. Arapça Tasvîb olunmak Uygun görülmek. Arapçatasvip Uygun / tatbîk / تطبيق / تَطْب۪يقْ Uygulama. Uygulama. Uygulama. Arapça etme etmek olunma hareket Uygun / tatbîkan / تطبيقا Uygulayarak. Arapçatatbikat / tatbîkî / تطبيقى Uygulamalı. Arapçatatvil / tatvîl / تطویل Uzatma. Uzatılma. Uzatma. Uzatma. Arapçatatvil-i kelam / tatvil-i kelâm Uzun konuşma. Sözü umre / tavâf-ı umre Umreye niyet edenin yedi defâ yaptığı / tavîl Uçma, / tayerân Uçma, uçuş. ederken Uçarken, etmek Uğursuzluğa / tayyâr / طيار Uçan. Uçucu. Uçma kabiliyeti olan. Havaya kalbolup gaib olan. Uçan. Uçucu. Uçucu. Arapçatayyare / tayyâre / طياره / طَيَّارَه Uçak. Uçak. Uçak. Arapça arz Uzayda uçak gibi uçan beşer Uçak / te'lifbîn / تأليف بين Uzlaştırıcı, birleşirici. Arapça - Farsçatearüf-ü amme / tearüf-ü âmme Umumun anlayacağı tarz, umumun bilgi ve idrak Uyruk, bir idarecinin yönettiği / teb'îd Uzaklaştırma. Bir yerden bir yere sürme, kovma. / tebâ Ümmet, halk. / تبعه Uyruk, uyanlar. Uyruk, teba. Arapçatebaiyyet / tebâiyyet / تبعيت Uyma, tabi olma. İtaat, inkıyad ve imtisal etme. Uyma. Uyrukluk. Arapçatebaiyyeten / تبعية Uyarak. Arapçatebaud / tebâud Uzaklaşma. / tebâüd / تباعد Uzaklaşma. Arapça Tebâüd etmek Uzaklaşmak. Arapçatebaud eden / tebâud eden / tebâyün Uymazlık, / tebcîl / تبجيل Ululama. Arapça Tebcîl edilmek Ululanmak. Arapça Tebcîl etmek Ululamak. Arapçatebe'an / تبعا Uyarak. Arapçatebean / teberrâ / تبرا Uzak durma. Sevmeyip yüz çevirme. Uzak durma. Arapçateberri / teberrî Uzaklaşma; mensubiyeti, hürmeti reddetme, kabul etmeme. Uzaklaşmak, uzak etmek / teberrî etmek Uğurlu ve mübarek olarak. Bereket mevzuu / tebhâl / تبخال Uçuk. Arapçatebid / tebîd / teblîğ / تَبْل۪يغْ Ulaştırma, bildirme, ilâhî emirleri insanlara anlatma. Ulaştırma, Uzak olma. Yerinden bir tarafa amme / tecellî-i âmme Umumî tecellî; Cenâb-ı Hakkın bütün mahlukatı kuşatan isimlerine ait büyük tecelliler, Ululanmak, Uzak durma, Usûlüne uygun / tedellî Uzanıp aşağıya inme, / تأدب Utanma, terbiye ile çekinme. Arapça Teeddüb etmek Utanmak. Arapçateellüm Üzüntü, acı / تأسف / تَأَسُّفْ Üzülme, hayıflanma. Arapça Teessüf etmek Üzülmek, hayıflanmak. Arapça eden etme etmek / تَأَثُّرْ Üzüntü. / teessürât Üzüntüler. Üzüntüler. Üstünlük / تفوق Üstünlük. Arapçatefazzul / تفضل Üstünlük taslama. Arapçatefevvuk / تفوق / تَفَوُّقْ Üstünlük. Üstün gelme. Üstünlük. Fâik ve daha büyük olma. Üstün gelme. Üstünlük. Arapça Üstün eden Üstün Üst dudağın ortasında olan Ürkütmek. Ufak ufak / تخلف Uygunsuzluk, uymama. Arapçatehalüf Uymama, Uzaklaşmak. Irak / tekâsül / تكاسل Üşenmek. Gevşeklik. İhtimamsız davranmak. Tembellik. Üşenme, tembellik. Üşengeçlik, tembellik. Arapçatekasüli / tekâsülî Üşenmekle Uyarma, / tekdirât Uyarmalar, / تَكَفُّلْ Üzerine Ulaşmak, Üzülme, acı / telhkâm / تلخكام Üzgün, acılı. Farsçatelkin-i ümmet / telkîn-i ümmet / تَلْقِينْ اُمَّتْ Ümmete fikir / temâdî / تمادی Uzama, sürme. Arapça Temâdî etmek Uzamak, sürmek, devam etmek. Arapçatemayüzü Üstün olan / temcîd / تمجيد Ululama. Arapçatemdid Uzanan hatlar, / تمدن Uygarlık. Arapça Temeddün eylemek Uygarlaşmak. Arapçatemsil-i dürbini / temsil-i dürbinî Uzağı yakınlaştıran kıyaslama tarzında olan Uzak olmak, / tenâsi Unutmuş görünmek. Unutmak. Kendini unutmuş gibi göstermek. Unutmaya çalışma. / tenâsüb Uygunluk. / tenâsül / تناسل / تَنَاسُلْ Üreme, nesil yetiştirme. Üreme, üreyiş. Arapça / tenâsülî / تناسلى Üreyiş ile ilgili. Arapçatenasüplü Uyarma, / tenbîhât / تنبيهات Uyarılar, tembihler. Arapçatenebbüh Uyanmak. Kendine gelmek. Aklını başına getirmek. Uyanış; filizlenip hayat belirtisi kazanma. Uyuklama, pinekleme. intibah Uyanışdaki nurlanma, Uygulama, Uç, / tensîb / تنسيب Uygun görme. Uygun görmek. Münasib kılmak. Uygun görme. Uygun görme. Arapça Tensîb edilmek Uygun görülmek. Arapça Tensîb etmek Uygun görmek. Arapçatensip Uygun görme, münâsip / tenvîm / تنویم Uyutmak. Hipnotize etmek. Birisini uyur bulmak. Uyutma, uyuşturma. Uyutma. Uyutma. Arapçatenvim edilen Üstün tutmak. Bir şeyi diğerinden fazla beğenmek, fazla itibar etmek. Üstün tutma, Üstün tutarak, Ümitli olma, / terdestî Ustalık, el yatkınlığı, mahâret. Farsçatereccuh Üstün olmak. Bir tarafa meyletme. Üstün gelme .tereccüh / تَرَجُّحْ Üstün gelme. Üstün etme Üstün gelme, ağır / tergîb Ümitlendirme, isteklendirme, şevklendirme, rağbet ettirme, terk Ucbe ve fahre girmemek için terkettiklerini de sahibi / tertîb sâhibi Üzerinde kazâya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazâya kalmış namazların toplamı beş vakti geçmemiş bulunan ve namazda sırayı gözetmesi gereken Ulaşmak, verme / tesellî verme Üzüntüyü hafifletme, acıyı dindirme, Üşenme, kayıtsızlık, tembellik. üslup / tesir-i üslûp Üslûbun / teslîs / تثليث Üçleme. Hristiyanların sonradan uydurdukları ve dinlerinin esasında olmayan bir akidedir ki; bazılarının hâşâ, Cenab-ı Hakk Üçdür, bazıları da Üçü birdir diyerek, Allah'a şerik ve ortak tanımaları. Cenab-ı Hakk'ı Üç Unsurdur diye tevehhüm etmeleri. Ekanim-i selâse de denir. Üçleme, ekanim-i selâse, Allah'ı üç olarak kabul eden ve sonradan uydurulan hıristiyan inancı. Üçleme; Hıristiyanların tanrı üçtür veya tanrı üç unsurdan Baba-Oğul-Rûh-ul-kudüsten meydana gelmiştir şeklinde kabûl ettikleri bozuk inanış. Trinite. Üçleme. Arapçateslis akidesi / teslis akîdesi Üçleme; Hıristiyanların Allah'ın baba, oğul ve mukaddes ruh olmak üzere üç varlıktan mürekkep olduğuna / teşyî Uğurlama, vefat eden kişinin defnedilmesi. Uğurlama, yolcu / teşyî' / تشييع / تَشْي۪يعْ Uğurlama. Selametleme. Uğurlama. Arapça Teşyî' edilmek Uğurlanmak. Arapça Teşyî' etmek Uğurlamak. Arapça / tetâbuk / تطابق Uygunluk. Uyma, uygun düşme. Arapça Tetâbuk etmek Uymak, uygun düşmek. Arapçatetabukat / tetâbukât / tetâvül Uğursuzluk, uğursuzluğa / tevâfuk / توافق Uygunluk. Uygun gelme. Arapçatevafuk etme Uygunluk, denk / tevâfukat / tevâfukât Uygun düşmeler, denk olmalar. / tevâli Uzayıp gitmek, devam etmek. Birbiri ardınca sıra ile gelmek. Sürmek. Uzayıp gitme, birbirinin ardından gelme. Uzama, eden / tevâli eden Uzayıp giden, devam amme / teveccüh-ü âmme / تَوَجُّهِ عَامَّه Umumun kabûlle umumi / teveccüh-ü umumî Umumun alâkası, / توفيق / tevfîk / تَوْف۪يقْ Uygun kılma, başarılı kılma. Uygun hareket Uygun hareket eden Uygun davranışta / tevfîkan Uygun olarak. Uygun olarak. Uyarak. / tevhîş Ürkütme, kaçırma, korkutma. Ürkütüp kaçırma. Ürkütme, / تيقظ / تَيَقُّظْ Uyanıklık. Uyanıklık, tedbir. Uyanıklık. Uyanıklık. Arapça Uyanık / تيمم Uğur sayma. Uğur sayma. Arapçateyemmünen Uğur sayarak. Teyemmün Uzak Unuttuktan sonra birşeyi tekrar Üstüne Uyum, uygunluk. İki zıt olayın ortak özelliğini ifade Üzerinde güneş doğan / tilâvet / تِلَاوَتْ Usûlünce Ufak Uzun / tûl Uzunluk, emel / tûl-i emel Uzun emel, büyük, aşırı arzu ve istek. Uzun emel; zevk ve safâ sürmek için çok yaşama arzusu. İbâdet yapmak için çok yaşamağı istemek tûl-i emel ömür / tûl-ü ömür / طُولُ عُمُرْ Uzun ömür / طُولُ عُمُرْ Uzun / tûlânî / طولانى Uzunluğuna. Arapçatulen Uzunlukça. Uzunluk cihetinden. Uzun boylu ince / ابهت Ululuk, büyüklük, azamet. Ululuk. Arapçaübud / ücrâ Uzak, pek / ücûr / اجور Ücretler. Arapçaücurat / ücûrât / اجورات Ücretler. Arapçaudi / ûdî / عودی Ud sanatçısı. Arapçaufk / ufkî Ufka ait, / افق Ufuk. Arapçaufure Üzerinde her ne varsa yenilip hiç bir şey kalmayan muharebesi Uhud, Medine-i Münevvere'nin bir mil kuzeyinde kırmızı bir dağ olup, Hz. Peygamberimizin ashâbıyla Kureyşliler arasında vuku bulmuş olan Uhud Gazasıyla gazası, hicretten 2 sene 6 ay 7 gün sonra olmuştur. Bunun zahirî sebebi Daha evvel yapılmış olan Bedir Gazasında Kureyşlileukad Ukdeler, Ülfet eden. Ülfet edici. Farsçaulviyet Ulvilik, yücelik, yükseklik, üslup / ulviyet-i üslûp Üsluptaki güzellik, Usûl, âdet, / امم Ümmetler, milletler. Ümmetler. Arapçaümid / ümîd / اميد Ummak. Emel. Arzu. İntizar. Umut. Rica. Farsça Umut. Umut, ümit. Ümit, umut. Farsça Ümîd etmek Umutlanmak. Farsçaümidbahş / ümîdbahş / اميدبخش Ümitlendiren, ümit veren. Farsça Ümit verici. Farsçaümidbahşi / ümîdbahşî / اميدبخشى Ümit verme. Farsçaümidbeste Ümitlenmiş, ümit bağlamış. Farsçaümidkarane / ümidkârâne Ümit / ümidvâr / ümîdvâr / اميدوار Ümitli. Ümitli. Ümit besleyen. Farsça Ümitli. Farsçaümidvari / ümîdvârî / اميدواری Ümitli olma. Farsçaümitkarane / ümitkârâne / ümitvâr Ümitli, tarik / ümm-üt tarîk Ulu yol. Yüce / امت Ümmet, bir peygambere bağlı olanlar. Arapçaümmeti / ümmetî / اُمَّت۪ي Ümmetim! ümmeti / ümmetî, ümmetî Ümmetim, ümmetim!.ümmid / ümmîd / اميد Ummak, arzu, istek. Sebeblere yapıştıktan sonra iyi netice beklemek. Ümit. Farsçaümmiyet / ümmîyet Ümmi oluş. Ümmi kimsenin hali. Okur-yazarlığı olmamak. / اميت Ümmîlik, hiç okuma yazma bilmeyen. Arapçaumum Umumi olmak. Hep, bütün, cümle, / umumî Umumî, herkese ait, herkesle ilgili, Umumilik, Umumi olarak. Genel / umûmü'l-belvâ Umuma yayılmış, genelleşmiş belâ; kaçınılması mümkün olmayan umumî selase / umur-u selâse Üç husus, üç / unsurî Unsurla / unsûriyet Unsurluk, Uyuz Uzunluğu on zira' miktarı ineb Üzüm suyu. Uğraşılacak iş. Ululuk, büyüklük, şan ü şeref. Farsçaüslubperest / üslûbperest Üslûba aşırı / üslûbşiken Üslûbu / üstadâne / üstâdâne / استادانه Üstâda yakışır surette. Ustaca. Farsça Üstad gibi. Ustaca, maharetli bir şekilde. Ustaca. Farsçaüstadi / üstadî Üstadlık, ustalık. Farsçaüstadiyet Üstadlık; eğitici ve öğretici olma / استره Ustura. Farsça Ustura. Farsçausuli / usûlî Usûlle Üzerinde ziynet eşyası olmayan / üveysî Üstâdı, hocası olsun olmasın, hayatta veya vefât etmiş bir büyüğün rûhâniyetinden istifâde ederek, terbiye görerek yetişen, olgunlaşan kimse. Bu şekilde yetişme yoluna üveysîlik denir. üzeyr Üzeyr Ululanma, Uzuv, Uzuv oluş. Canlılık. Canlı uzva / وَحْشَتْ Ürkütücü yabanilik. Ürküntü, / vahşetgâh Ürkütücü Ürküntü ve yalnızlık veren umumi / vâiz-i umumî Umumî, genel muhalif / vâkıa muhalif Uygun olmayan, olması gerekenden aykırılık münasip Uygun kılma Uzak kılma, Uçurum, / vâsıl / واصل / وَاصِلْ Ulaşan, erişen, kavuşan. Hakka vâsıl olan. Ulaşmış, kavuşmuş. Ulaşan, erişen, kavuşan. Ulaşan, kavuşan, gelen. Arapça Vâsıl olmak Ulaşmak, kavuşmak. Arapça olan olma / vâsıl olma Ulaşma, olmak Ulaşmak, galebe Üstünlük nakl-i hüzün ve elem ve gam Üzüntü, acı ve sıkıntıya sebep nesil Üreme / وصال Ulaştıran, vasleden. Birleştiren. Ulaştıran. Arapçavazife-i zimmet Üstlenilen vazife, yüklenilen naimane / vaziyet-i nâimane Uyku Ürkme, korkma, muvafakat Uygun muvafakat / vech-i muvâfakat / وَجْهِ مُوَافَقَتْ Uygunluk tatbik Uygulama yönü, tatbik Uygulama tevfik Uygunluk müselles Üçlü vefk; bir âyet veya ibarenin ebced ve cifir değerleri esas alınarak, dağıtıldığı ve üç rakamının karesi biçiminde dokuz küçük kareden oluşan tılsımlı kare Ufak Ulaşmak, Ulaşmak, Üzüntü ile ağlama. Ağlayıp nakliye / vesâit-i nakliye Ulaşım Uyuklayan, uykusu gelmiş / vusûl / وصول / وُصُولْ Ulaşma, erişme, varma, yetişme. Ulaşma. Ulaşma, gelme. Arapça Vusûl eylemek Gelmek, ulaşmak. Arapça / yâis / یائس Umutsuz. Arapçayakaza / يَقَظَه / یقظه Uyanıklık, dikkatli olma, uyku ile uyanıklık arasındaki hal. Uyanıklık hali. Uyanıklık. Uyanıklık. Arapçayakazaten / يَقَظَةً Uyanık olarak. Uyanık Uyanıklık. Dikkatte / yakzân / يَقْظَانْ / یقظان Uyanık. Uyanık. Uyanık. Uyanık. Arapçayakzaten Uyanık olarak. Şuurlu ve dikkatli / يَأْسْ / یأس Ümitsizlik, ümîd kesmek. Ümitsizlik. Ümidsizlik. Umutsuzluk. Arapçaye's-aver Ümitsizlik veren. Me'yus eden. Farsçaye'sefza / ye'sefzâ / یأس افزا Üzücü. Arapça - Farsçayed-i tula / yed-i tûlâ Uzun / يأس / يَأِسْ Ümitsizlik. Ümitsizlik. / yeldâ / یلدا Uzun. Farsça Uzun. Farsçayelel Üst dişlerin kısa hüşyar Uyanık Uydurma bir / یمن Uğur, bereket. Uğur. Arapçayümni / yümnî / یمنى Uğura, berekete ait. Uğurlu. Uğurlu. Arapçazafer / ظفر Üstünlük kazanma. Arapçazaferyab / zaferyâb / ظفریاب Üstünlük kazanan, muzaffer olan. Arapça - Farsça Zaferyâb olmak Üstünlük kazanmak, muzaffer olmak. Arapça - Farsçazahzah Uzak, amel Üzerine alma. Deruhde etme. galibi / zann-ı galibî Üstün gelen galip Üstün gelen amm / zarar-ı âmm Umumla ilgili üstadane / zât-ı üstadâne Üstadın / zebânzed / زبانزد Ünlü, dillerde dolaşan. Farsçazebb Üzüm / زبر Üst. Farsça Üst. Farsçazeberin Üstteki. Farsçazebib / zebîb Uzun Unutmayan. Hâfızası zımni / zemm-i zımnî / ذَمِّ ضِمْنِي Üstü kapalı Usfur çiçeğinin evvel çıkan sarı Ufak kayık. Ufak sandal. Farsça
1356 1 Ehil Üye Yirmibirinci Söz'ün İkinci Makamı - VESVESE HAKKINDA Yirmibirinci Söz'ün İkinci Makamı [Kalbin beş yarasına beş merhemi tazammun eder.] ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ ﺭَﺏِّ ﺍَﻋُﻮﺫُ ﺑِﻚَ ﻣِﻦْ ﻫَﻤَﺰَﺍﺕِ ﺍﻟﺸَّﻴَﺎﻃِﻴﻦِ ٭ ﻭَﺍَﻋُﻮﺫُ ﺑِﻚَ ﺭَﺏِّ ﺍَﻥْ ﻳَﺤْﻀُﺮُﻭﻥِ Tazammun İiçine almak. Ey maraz-ı vesvese ile mübtela! Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür. Küçük görsen, küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder. Havf etmezsen hafif olur, mahfî kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir. Mahiyetini bilsen, onu tanısan gider. Öyle ise, şu musibetli vesvesenin aksam-ı kesîresinden kesîr-ül vuku olan yalnız beş vechini beyan edeceğim. Belki sana ve bana şifa olur. Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tardeder. Tanımazsan gelir, tanısan gider. Maraz-ı vesvese Vesvese hastalığı, kuruntu hastalığı. Mübtela Tutkun, düşkün, hasta, dertli. Musibet Afet, bela, felaket. Ehemmiyet Önemli olma, değerlilik, kıymetlilik. Havf Korku. Mahfî Gizli, saklı. Mahiyet İç yüz, esas, asıl, temel özellik, temel gerçek. Aksam-ı kesîre Çok kısımlar. Kesîr-ül vuku En çok olan, en çok görülen. Vech Yön, taraf, yüz. *Tarz, biçim. Beyan İzah, açıklama, anlatma. Cehil Cahillik, bilgisizlik. Tard Kovma. Birinci Vecih - Birinci Yara Şeytan evvelâ şübheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, şübheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hatıraları ve münafî-i edeb çirkin halleri tasvir eder. Kalbe "Eyvah" dedirtir, ye'se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki; kalbi, Rabbine karşı sû'-i edebde bulunuyor. Müdhiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Bu yaranın merhemi budur Evvelâ İlk önce, birinci olarak. Şetm Sövmek, küfretmek, yakışıksız çirkin söz. Münafî-i edeb Edebe aykırı, ahlak kurallarına ters. Tasvir Şekil verme, zihinde canlandırma. Ye's Ümitsizlik. Sû'-i edeb Kötü edeb, edepsizlik, terbiyesizlik, saygısızlık. Halecan Titreme, kalp çarpıntısı, heyecan. Gaflet Düşüncesizlik ve ihmal sebebiyle, içinde bulunduğu gerçeklerden habersiz olma. Bak ey bîçare vesveseli adam! Telaş etme. Çünki senin hatırına gelen şetm değil, belki tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi; tahayyül-ü şetm dahi, şetm değildir. Zira mantıkça tahayyül, hüküm değildir. Şetm ise, hükümdür. Hem bununla beraber o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır. Yani onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır. Çünki hükümsüz bir tahayyülü hakikat tevehhüm eder. Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder. Onun sözünü, ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zâten şeytanın da istediği odur. Bîçare Çaresiz. Vesvese Şüphe, kuruntu. Şetm Sövmek, küfretmek, yakışıksız çirkin söz. Tahayyül Hayale getirmek, hayalde canlandırmak. Tahayyül-ü küfür Küfrü hayalde canlandırma, inkar düşüncesini hayalde canlandırma. Küfür İnkar etme, inanmama, inkarcılık. Tahayyül-ü şetm Çirkin ve kötü sözlerin hayale getirilmesi ve hayalde canlandırılması. Şetm Sövmek, küfretmek, yakışıksız çirkin söz. Zira Çünkü. Müteessir Etkilenen, etkilenmiş, üzüntülü, üzgün. Müteessif Üzülen, kederlenen. Lümme-i şeytanî Şeytanın verdiği kuruntu. Tevehhüm-ü zarar Zarar olduğunu sanma, zarar verdiğini düşünme. Tevehhüm Evhamlanma, kuruntuya kapılma, asılsız ve gerçek dışı düşüncelere kapılma, sanma. Mutazarrır Zarara uğrayan, zarar görmüş olan. Tahayyül Hayale getirmek, hayalde canlandırmak. Hakikat Gerçek. İkinci Vecih budur ki Manalar kalbden çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler; oradan suretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebeb tahtında bir nevi suretleri nesceder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mana geçse ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer manalar münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise giymek yoktur, fakat temas var. Vesveseli adam, teması telebbüsle iltibas eder. "Eyvah!" der. "Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu sefillik, bu hısset-i nefs, beni matrud eder." Şeytan onun şu damarından çok istifade eder. Şu yaranın merhemi şudur Mana Anlam. Suret Biçim, görünüş, şekil, tarz *Dış görünüş. *Gidiş, yol. Nevi Çeşit, tür. Nesc Dokuma, dokunuş. Ehemmiyet Önemli olma, değerlilik, kıymetlilik Münezzeh Temiz, pak, arınmış. Mülevves Kirli, pis. Telebbüs Giymek, giyinmek. İltibas Birbirine karıştırma, birbirine benzeyenleri birbirinden ayırt edemeyip karıştırma. Sefillik Perişanlık, düşkünlük, aşağılık. Hısset-i nefs Nefsin aşağılığı. Matrud Kovulan kovulmuş. Dinle ey bîçare! Nasılki, senin namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zahirî taharete, batnının bâtınındaki necaset ona tesir etmez ve bozmaz. Öyle de Maânî-i mukaddesenin, suret-i mülevveseye mücavereti zarar etmez. Meselâ sen âyât-ı İlahiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden bir maraz, ya bir iştiha, ya bevl gibi bir emr-i müheyyic şiddetle senin hissine dokunuyor. Elbette senin hayalin, deva-i illet ve kaza-i hacetin levazımatını görecek, bakacak, onlara münasib süflî suretleri nescedecek ve gelen manalar ortalarından geçecekler. Geçeceklere ne beis vardır, ne televvüs var ve ne zarar var ve ne hatar var. Yalnız hatar ise hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır. Bîçare Çaresiz. Vesile Bahane, sebep. *Vasıta, araç, yol. Zahirî Görünüşte olan, görünen, dış görünüşle ilgili. Taharet Temizlik. Batn Mide, karın, iç. Bâtın İç, görünmeyen, içyüz. Necaset Pislik. Maânî-i mukaddese Mukaddes manalar, mübarek ve kutsal manalar. Suret-i mülevvese Pis şekil. Mücaveret Komşuluk, yakınlık. Ayât-ı İlahiye Allah’ıncc ayetleri. Tefekkür Düşünmek, düşünceyi hareketlendirmek, düşünceyi çalıştırmak. Maraz Hastalık, dert, illet. İştiha Kuvveli istek, arzu, acıkma. Bevl İdrar. Emr-i müheyyic Heyecanlandıran iş, telaşlandıran olay. Hiss Duygu. Deva-i illet Hastalığın iacı. Kaza-i hacet Tuvalet ihtiyacını gidermek. Levazımat Lüzumlu şeyler, gerekenler, gerekli şeyler, gerekliler. Münasib Uygun, layık, yaraşır. Süflî Alçak, aşağı, bayağı, adi. Suret Biçim, görünüş, şekil, tarz *Dış görünüş. *Gidiş, yol. Nesc Dokuma, dokunuş. Mana Anlam. Beis Zarar. Televvüs Kirlenmek, pislenmek. Hatar Tehlike. Hasr-ı nazar Bütün dikkatini verme. Zann-ı zarar Zarar zannetme, zarar sanma. Üçüncü Vecih budur ki Eşya mabeynlerinde, bazı münasebat-ı hafiye bulunur. Hattâ hiç ümid etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur. Ya bizzât bulunur veya senin hayalin, meşgul olduğu san'ata göre o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış. Şu sırr-ı münasebettendir ki, bazan bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves şeyi hatıra getirir. Fenn-i Beyan'da beyan olunduğu gibi, "Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet ise, hayalde sebeb-i kurbiyettir." Yani İki zıddın suretlerinin cem'ine vasıta, bir münasebet-i hayaliyedir. Bu münasebetle gelen tahattura, tedai-yi efkâr tabir edilir. Meselâ Sen namazda, münacatta, Kâ'be karşısında, huzur-u İlahîde iken, âyâtı tefekkürde olduğun bir halde; şu tedai-yi efkâr, seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevkeder. Senin başın, böyle bir tedai-yi efkâra mübtela ise, sakın telaş etme. Belki intibaha geldiğin anda, dön. "Aman ne kusur ettim" deyip tedkikle meşgul olup durma. Tâ o zaîf münasebet, senin dikkatinle kuvvet peyda etmesin. Zira teessür gösterdikçe, ehemmiyet verdikçe, senin o zaîf tahatturun melekeye döner. Bir maraz-ı hayalî olur. Korkma, maraz-ı kalbî değil. Şu nevi tahattur ise, galiben ihtiyarsızdır. Hususan hassas asabîlerde daha galibdir. Şeytan, şu nevi vesvesenin madenini çok işlettirir. Şu yaranın merhemi şudur ki Mabeyn Ara. Münasebat-ı hafiye Gizli münasebetler, gizli görünmez alakalar ve bağlar. Münasebet İlişki, bağ, alaka. Bizzât Doğrudan kendisi. San'at Ustalık, hüner. Sırr-ı münasebet Münasebet sırrı, alakalı olmasındaki gizli gerçek, bağlantısınınilişkisinin derin ve ince manası. Mukaddes Kutsal, kusursuz, her türlü noksanlardan uzak olan. Mülevves Kirli, pis. *Karışık. Fenn-i Beyan Anlatma ve ifade ilmi. Beyan İzah, açıklama, anlatma. Hariç Dış. Zıddiyet Zıtlık, terslik. Sebeb-i kurbiyet Kurbiyet sebebi, yakınlık sebebi. Zıdd Zıt, ters, aksi, karşıt. Suret Biçim, görünüş, şekil, tarz *Dış görünüş. *Gidiş, yol Cem' Toplama, bir arada bulundurma. * Çoğul, çokluğu gösteren kelime. Vasıta Araç, aracı, sebep, vesile. Münasebet- i Hayaliye Hayali münasebet, hayalle ilgili bağlantı ve ilişki. Tahattur Hatırlama. Tedai-yi efkâr Bir fikrindüşüncenin başka bir fikridüşünceyi hatıra getirmesi, fikir çağrışımı. Tabir İfade, söz, deyim. Münacat Dua, Allah’acc yalvarma. Âyât Ayetler, 1- Kur’an-ı Kerimdeki cümleler. 2- Allah’ıcc tanıtan varlıklar. Tefekkür Düşünmek. Düşünceyi hareketlendirmek, düşünceyi çalıştırmak. Malayaniyat-ı Rezile Rezil utanç verici yersiz düşünce ve sözler. Sevk Gönderme, yollama. Tedai-yi efkâr Bir fikrindüşüncenin başka bir fikridüşünceyi hatıra getirmesi, fikir çağrışımı. Mübtela Tutkun, düşkün, hasta, dertli. İntibah Uyanıklık, uyanma. Tedkik İnceleme, araştırma, inceden inceye araştırma. Zaîf Zayıf, güçsüz, kuvvetsiz. Münasebet İlişki, bağ, alaka. Peyda Ortaya çıkma, olma, meydana çıkma, kazanma, belirme. Teessür Etkilenme, üzülme, üzüntü. Ehemmiyet Önemli olma, değerlilik, kıymetlilik. Tahattur Hatırlama. Meleke Tecrübelerin veya tekrarlamaların sonucu kazanılan bilgi ve beceri alışkanlığı. Maraz-ı hayalî Hayalle ilgili hastalık, hayal hastalığı. Nevi Çeşit, tür. Galiben Çoğunlukla. İhtiyarsız İstemeyerek, elde olmadan. Hususan Bilhassa, özellikle, ayrıca. Hassas Duyarlı. Asabî Sinirli. Galib Üstün, efkâr, galiben ihtiyarsızdır. Onda mes'uliyet yoktur. Hem tedaide, mücaveret var; temas ve ihtilat yoktur. Onun için, efkârın keyfiyetleri, birbirine sirayet etmez, birbirine zarar vermez. Nasılki şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücaveretleri var ve füccar ve ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları, zarar vermez. Öyle de, tedai-yi efkâr saikasıyla istemediğin pis hayalat, gelip nezih efkârın içine girse; zarar vermez. Meğer kasden olsa veya zarar zannıyla onunla ziyade meşgul olsa. Hem bazan kalb yoruluyor. Fikir, kendini eğlendirmek için rastgele bir şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulur, pis şeyleri önüne serpiyor, sürüyor. Tedai-yi efkâr Bir fikrindüşüncenin başka bir fikridüşünceyi hatıra getirmesi, fikir çağrışımı Galiben Çoğunlukla. İhtiyarsızdır İstemeyerek, elde olmadan. Tedai bir şeyin başka bir şeyi hatıra getirmesi, çağrışım. Mücaveret Komşuluk, yakınlık. Temas Dokunma, değme. İhtilat Karışmak, karışıp görüşmek. Efkâr Fikirler, düşünceler. Keyfiyet Özellik, nitelik. Sirayet Yayılma, bulaşma, geçme. Şeytan İnsanı Kur’anın gösterdiği yoldan, iman ve İslam yolundan sürekli saptırmak için uğraşan görünmez bir varlık. Melek-i ilham İlham meleği. İlham Allahcc tarafından kalbe gelen mana. Mücaveret Komşuluk, yakınlık. Füccar Günahkarlar, açıktan günah işleyenler. Ebrar iyiler, hayırlılar. Karabet Yakınlık, akrabalık. Mesken Ev, oturulan yer. Tedai-yi efkâr Bir fikrindüşüncenin başka bir fikridüşünceyi hatıra getirmesi, fikir çağrışımı Saika Sürükleyici sebep. Hayalat hayaller. Nezih Temiz, pak, arınmış, hiçbir kötülüğü ve çirkinliği olmayan. Efkâr Fikirler, düşünceler. Zannı Zannetmesi, sanması. Ziyade Fazla, çok. Dördüncü Vecih Amelin en iyi suretini taharriden neş'et eden bir vesvesedir ki, takva zannıyla teşeddüd ettikçe hal ona şiddetlenir. Hattâ bir dereceye varır ki, o adam amelin daha evlâsını ararken, harama düşer. Bazan bir sünnetin araması, bir vâcibi terkettiriyor. "Acaba amelim sahih oldu mu?" der, iade eder. Bu hal devam eder. Gayet ye'se düşer. Şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar. Şu yaranın iki merhemi var Amel İş, çalışma, görevi yerine getirme. Suret Biçim, görünüş, şekil, tarz *Dış görünüş. *Gidiş, yol. Taharri Arama, araştırma, inceleme. Neş’et Meydana gelme, ortaya çıkma, var olma. Vesvese Şüphe kuruntu. Takva Bütün günahlardan ve her türlü yasaklardan kendini koruma. Zannı Zannetmesi, sanması. Teşeddüd Şiddetlenme, sertleşme, kuvvet ve dayanıklılık kazanma. Evlâ Daha iyi, çok iyi. Haram Yasak ve günah, Allah’ıncc açık ve kesin olarak yasakladıkları. Sünnet Peygamberimizinasm sözleri, hareketleri ve davranışlarıyla gösterdikleri. Vâcib Dindeki farz derecesine yakın farz ile sünnet arasındaki emirler. Sahih Doğru, tam, noksansız, şartlarına ve kurallarına uygun yapılmış. İade Geri verme. Gayet Çok, pek çok. Ye's Ümitsizlik. Birinci merhem Bu gibi vesvese ehl-i İtizale lâyıktır. Çünki onlar derler "Medar-ı teklif olan ef'al ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibariyle ya hüsnü var; sonra o hüsne binaen emredilmiş veya kubhu var; sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zâtîdir; emir ve nehy-i İlahî ona tâbi'dir." Bu mezhebe göre, insan her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir "Acaba amelim nefs-ül emirdeki güzel surette yapılmış mıdır?" Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki Cenab-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur. Demek emir ile güzellik, nehy ile çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubh ise, surî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir. Meselâ, sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebeb, nefs-ül emirde varmış. Lâkin sen ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir. Mu'tezile der "Hakikatte kabih ve fasiddir. Lâkin senden kabul edilir. Çünki cehlin var, bilmedin ve özrün var." Öyle ise Ehl-i Sünnet mezhebine göre, zahir-i şeriata muvafık olarak işlediğin ameline "Acaba sahih olmuş mu?" deyip vesvese etme. Fakat, "Kabul olmuş mu?" de. Gururlanma, ucbe girme. Ehl-i İtizal Mutezile mezhebinden olanlar. Lâyık Yakışır ve yaraşır. Uygun. Medar-ı teklif Sorumluluk ve yükümlülük sebebi. Ef'al Fiiller, işler. Zâtında Aslında, kendisinde, özünde. Âhiret Ölümsüz olan öbür dünya, ölüm ve kıyamet ile gidilen ve Cennet-Cehennemin bulunduğu ebedi alem. Hüsn Güzellik. Binaen Dayanarak, dayalı olarak. Kubh Çirkinlik, kötülük. Nehy Menetme, yasak etme, yasaklama. Hakikat Gerçek. Nokta-i Nazar Bakış açısı. Hüsün Güzellik. Kubh Çirkinlik, kötülük. Zâtî Zata ait, zatla alakalı, kendisiyle ilgili. Nehy-i İlahî Allah’ıncc yasaklaması. Tâbi' Bağlı, uyan, arkası sıra giden, izleyen. Amel İş, çalışma, görevi yerine getirme. Vesvese Şüphe kuruntu. Nefs-ül Emir Hakikatın kendisi, gerçeğin kendisi. Mezheb-i hak Hak mezheb, doğru mezheb. Ehl-i Sünnet ve Cemaat İnanç ve yaşayışın bütün yönleriyle Kur’an ve sünnet yolundan gidenler. Hasen Güzel. Nehy Menetme, yasak etme, yasaklama. Kabih Çirkin, kötü, fena. Tahakkuk Doğruluğu meydana çıkma, gerçekleşmek, gerçeklik kazanma, ortaya çıkma. Hüsün Güzellik. Kubh Çirkinlik, kötülük. Mükellef Vazifeli, görevli. Ittıla Haberli olma, haberi bulunma, bilgisi olma. Takarrur Kararlaşma, yerleşme, değişmeyecek şekilde kararlı duruma gelme. Surî Surete ait, görünüşle ilgili, görünüşdeki. Ciddi ve samimi olmayan. Lâkin Ancak, fakat, amma. Muttali Haberli, bilgili, bilgisi olan. Sahih Doğru, tam, noksansız. Cehl Cahillik, bilgisizlik. Zahir-i Şeriat İslam dininin, açık ve belli olan emir ve yasakları, İslam dininin dış görünüşü. Muvafık Uygun, yerinde. İkinci merhem Dinde harec yoktur. Madem dört mezheb haktır. Madem istiğfara müncer olan derk-i kusur ise, gurura müncer olan hüsn-ü amelin rü'yetine -böyle vesveseli adama- müreccahtır. Yani böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse, daha evlâdır. Madem böyledir, sen vesveseyi at. Şeytana de ki Şu hal, bir harecdir. Hakikat-ı hale muttali olmak güçtür. Dindeki yüsre münafîdir. ﺍَﻟﺪِّﻳﻦُ ﻳُﺴْﺮٌ ٭ َﺣَﺮَﺝَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ ﻻ esasına muhaliftir. Elbette böyle amelim bir mezheb-i hakka muvafık gelir. O bana kâfidir. Hem lâakal ben aczimi itiraf ederek ibadeti lâyık-ı vechile eda edemediğimden istiğfar ve tazarru' ile merhamet-i İlahiyeye dehalet edip, kusurum affolunmak, kusurlu amelim kabul olunmak için mütezellilane bir niyaza vesiledir. Harec Zorluk, darlık, sıkıntı. İstiğfar Af dileme, Allah’tancc bağışlanma isteme, tövbe etme. Müncer Sürüklenen, götüren, varan, son bulan, sonuçlanan. Derk-i Kusur Kusurunu anlamak. Hüsn-ü amelin İbadet ve iyi işlerin güzelliği. Rü'yet Görmek. Müreccah Üstün. Hakikat-ı Hal Durumun gerçek içyüzü, gerçek durum. Yüsr Kolaylık, rahatlık. Münafî Zıt, ters, aykırı. BEŞİNCİ VECİH Mesail-i imaniyede şübhe suretinde gelen vesvesedir. Bîçare vesveseli adam, bazan tahayyülü, taakkul ile iltibas eder. Yani Hayale gelen bir şübheyi, akla girmiş bir şübhe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder. Hem bazan tevehhüm ettiği bir şübheyi, imana zarar veren bir şek zanneder. Hem bazan tasavvur ettiği bir şübheyi, tasdik-ı aklîye girmiş bir şübhe zanneder. Hem bazan bir emr-i küfrîde tefekkürü, küfür zanneder. Yani dalaletin esbabını anlamak suretinde kuvve-i müfekkirenin cevelanını ve tedkikatını ve bîtarafane muhakemesini, hilaf-ı iman zanneder. İşte telkinat-ı şeytaniyenin eseri olan şu zanlardan ürkerek, "Eyvah! Kalbim bozulmuş, itikadıma halel gelmiş" der. O haller, galiben ihtiyarsız olduğundan, cüz'-i ihtiyarîsiyle ıslah edemediğinden ye'se düşer. Bu yaranın merhemi şudur ki Mesail-i imaniye İmane ait meseleler, imanla ilgili konular. Vesvese Şüphe, kuruntu. Bîçare Çaresiz. Tahayyül Hayale getirmek, hayalde canlandırmak. Taakkul Hatırlama, zihin yorarak anlama. İltibas Birbirine benzeyenleri birbirinden ayırt edemeyip karıştırma. Tevehhüm Evhamlanma, kuruntuya kapılma, asılsız ve gerçek dışı düşüncelere kapılma, sanma. İtikad İnanmak, gönülden iman. Halel Zarar, bozma, eksiklik. Şek Şüphe, kuşku. Tasavvur Zihinde şekillendirme, akılda canlandırma. Emr-i küfrî Küfre ait iş, inkarla ilgili düşünce ve olay. Tefekkür Düşünmek, düşünceyi çalıştırmak. Dalalet Sapıtma, iman ve İslam yolundan sapmak. Esbab Sebepler. Kuvve-i müfekkire Akıl yürütme gücü, düşünme yeteneği. Cevelan Dolaşma. Tedkikat Tetkikler, incelemeler, araştırmalar. Bîtarafane Tarafsız olarak, tarafsızca. Muhakemesi Yargılaması. Hilaf-ı İman İmana ters, inanca aykırı. Telkinat-ı Şeytaniye Şeytana ait telkinler, şeytanın aşılamaları. Zanlar Zannetmeler, sanmalar. Galiben Çoğunlukla. İhtiyarsız İstemeyerek, elde olmadan. Cüz'-i ihtiyarî Serbest ve hür hareket edebilme yeteneği. Ye's küfür, küfür olmadığı gibi; tevehhüm-ü küfür dahi, küfür değildir. Tasavvur-u dalalet dalalet olmadığı gibi; tefekkür-ü dalalet dahi, dalalet değildir. Çünki hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür; tasdik-ı aklîden ve iz'an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler. Cüz'-i ihtiyariyeyi pek dinlemiyorlar. Teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz'an, öyle değiller. Bir mizana tâbi'dirler. Hem tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasılki tasdik ve iz'an değiller. Öyle de şübhe ve tereddüd sayılmazlar. Fakat eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstekar bir hale gelse, o vakit hakikî bir nevi şübhe, ondan tevellüd edebilir. Hem bîtarafane muhakeme namıyla veya insaf namına deyip, şıkk-ı muhalifi iltizam ede ede, tâ öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız taraf-ı muhalifi iltizam eder. Ona vâcib olan hakkın iltizamı kırılır. O da tehlikeye düşer. Hasmın veya şeytanın bir vekil-i fuzulîsi olacak bir halet, zihninde takarrur eder. Tahayyül-ü küfür İnkar düşüncesini, hayalde canlandırma. Tevehhüm-ü küfür İnkara düşme kuruntusu. Tasavvur-u dalalet Dinden nasıl sapıldığını düşünmek. Tahayyül Hayale getirmek, Hayalde canlandırmak. Tevehhüm Evhamlanma, kuruntuya kapılma, asılsız ve gerçek dışı düşüncelere kapılma, sanma. Tasavvur Zihinde şekillendirme, akılda canlandırma. İz'an-ı kalbî Kalple ilgili iman ve benimseme. Teklif-i dinî Dini teklif, dinin yükümlü tutması, dinin emir ve yasaklarla görevlendirmesi. Tasdik Doğrulama, doğruluğunu kabul etme. İz'an Anlayış, benimseme, inanıp itaat etme. Müstekar Kararlı, sabit, değişmez, yerleşmiş, kalıcı. Nevi Çeşit, tür. Tevellüd Doğma, meydana gelme. Bîtarafane Tarafsız olarak, tarafsızca. Muhakeme Düşünce, akıl yürütme, değerlendirme. *Sorgulama, yargılama. Şıkk-ı muhalif Karşı taraf, karşı tarafın görüşü. İltizam Lüzumlu görme, gerekli görme. İhtiyarsız İstemeyerek, elde olmadan. Taraf-ı muhalif Muhalif taraf, zıt taraf. Hasm Düşman. Vekil-i fuzulî Gereksiz sözcü. Halet Durum, hal. Takarrur Kararlaşma, yerleşme, değişmeyecek şekilde kararlı duruma nevi vesvesenin en mühimi budur ki Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder. Yani Bir şeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkuk tevehhüm eder. Halbuki İlm-i Kelâm'ın kaidelerindendir ki İmkân-ı zâtî ise, yakîn-i ilmîye münafî değil ve zaruret-i zihniyeye zıddiyeti yoktur. Meselâ Şu dakikada Karadeniz'in yere batması, zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir. Halbuki yakînen, o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz, şübhesiz biliyoruz. Ve o ihtimal-i imkânî ve o imkân-ı zâtî, bize şek vermez, bir şübhe getirmez, yakînimizi bozmaz. Meselâ Şu güneş zâtında mümkündür ki, bugün gurub etmesin veya yarın tulû' etmesin. Halbuki bu imkân yakînimize zarar vermez, şübhe getirmez. İşte bunun gibi, meselâ hakaik-i imaniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurubuna ve hayat-ı uhreviyenin tulûuna, imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i imanîye zarar vermez. Hem … yani "Bir delilden neş'et etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur" olan kaide-i meşhure; hem usûl-üd din, hem usûl-ül fıkhın kaide-i mukarreresindendir. İmkân-ı zâtî Bir şeyin kendisiyle ilgili olabilecekler. İmkân-ı zihnî Akıl ve mantık bakımından olabilirlik. İltibas Birbirine benzeyenleri birbirinden ayırt edemeyip karıştırma. Meşkuk Şüpheli. Tevehhüm Evhamlanma, kuruntuya kapılma, asılsız ve gerçek dışı düşüncelere kapılma, sanma. İlm-i Kelâm Kelam ilmi, İslam dininin temel inanç kurallarını açıklayan ve ispatını yapan ilim. Kaide Prensip, kural. Muhtemel Olabilir, mümkün. İhtimal-i imkânî Mümkün olma ihtimali. Tulû' Doğma, doğuş, ortaya çıkma. Hakaik-i imaniye İnançla ilgili gerçekler. Hayat-ı dünyeviye Dünyaya ait hayat, dünyadaki yaşantı. Neş'et Meydana gelme, ortaya çıkma, var olma. Ehemmiyeti Önemi. Kaide-i meşhure Meşhur kaide, herkesce bilinen kural. Usûl-üd din Dinin usulü, dinin esaslarını inceleyen ilmin temel kuralları. Usûl-ül fıkh Fıkıh usulü, dinin emir ve yasaklarını inceleyen ilmin temel kuralları. Kaide-i mukarrere Mukarrer kaide, değişmez kaide, değişmez kural. Eğer desen Bu derece mü'minlere muzır ve müz'ic olan vesvese, ne hikmete binaen bize bela olmuş?" Elcevab İfrata varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebebdir, taharriye dâîdir, ciddiyete vesiledir. Lâkaydlığı atar, tehavünü def'eder. Onun için Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş. Beşerin başına vuruyor. Şayet ziyade incitse, Hakîm-i Rahîm'e şekva etmeli, "Eûzü billahi mineşşeytanirracim" demeli. Muzır Zararlı, zarar veren. Müz'ic Rahatsız edici, usandırıcı, sıkıntı verici. Vesvese Şüphe, kuruntu. Binaen Dayanarak, dayalı olarak. İfrat Aşırılık, aşırı gitme, çok ileri gitme, haddini aşma. Asl-ı vesvese Vesvesenin aslı, kuruntunun gerçek iç yüzü. Teyakkuz Uyanık olma, uyanıklılık, göz açıklığı. Taharri Arama, araştırma, inceleme. Dâî Davet eden, sebep olan. *Dua eden. Ciddiyet Ağırbaşlılık, ciddilik, gerçek ve samimilik. Lâkayd Alakasız, ilgisiz. Tehavün Önem vermemek, önemsememek, aldırış etmeme. Hakîm-i Mutlak Sonsuz hikmet sahibi, her şeyi sayısız gayeler ve faydalarla düzenli olarak yapan Allahcc. Dâr-ı imtihan İmtihan yeri. Meydan-ı müsabaka Müsabaka meydanı, yarışma sahası. Kamçı-yı teşvik Teşvik kamçısı. Beşer İnsan. Ziyade Fazla, çok. Hakîm-i Rahîm Çok merhametli ve şefkatli olan ve her şeyde gayeler ve faydalar gözeten Allahcc. Şekva Şikayet. Eûzü billahi mineşşeytanirracim Şeytandan Allah’acc sığınırım. Sözler
Sözüme Şeyh Sadi’nin bir sözüyle girmek istiyorum; “En korkulu anlarda bile, ümidini kırma, Unutma ki iliklerin en lezzetlisi en sert kemikte bulunur!” Yaşıyorum, “o halde varım!” diyeceksiniz! Ye’is sözlükte, “umutsuzluktan doğan karamsarlık, umutsuzluk, üzüntü” Şems-i Tebrizi, 13. yy’de; sanki asrımıza/ asrımız insanına sesleniyor; “Kalk, silkelen, kendine gel. Umutsuzluğa sarılma. Umutsuzluk şeytandandır. Ümit vermek Allah’tandır” Umutsuzluk, batının bu millet evladına taktığı kelepçedir! O zincirleri de kıralım! Akif şiirinde, bu millete seslenecektir; “Korkma Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz; Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!” Hz. Ömer, “Bir şeyden ümitsiz olan, ondan uzak olur!” Hayatımız boyunca, ümit var olacağız!’ Akif’i dinlemeye devam edelim; “Feryad ile kurtulması me’mûl ise haykır! Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır! İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!’ deme, yılma Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.” Usta kalem Sezai Karakoç bu milleti uyanmaya davet eder; “Umutsuzluk yok. Gün gelir; gül de açar, bülbül de öter.” Umut, hayattır’ Umutsuzluk, ölümdür’ Theoktritos ne güzel söylüyorlar; “Yaşayanlar için umut her zaman vardır. Umutsuzluk, ölüler içindir.” İnancımız, durma, çalış’ diyor… Tıpkı, “rızık arayışı için kanat çırpan kuşlar misali!” Bakara Suresi 155. Ayette şöyle buyrulur; “Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, Ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele!” Hayat imtihandır… Bazen sıkıntılar üzerimize gelir! Sabrı boğazlayacakmış gibi olur! İmtihanımızda, korku da, açlık da, sıkıntılar da’ olabilir! Burada, metanet gösterenler, sabredenler’ kazanıyorlar! Hayat hiçbir zaman, çekilmez’ mantığıyla düşünülmemelidir; Güzel görmek, güzel düşünmek; hayatı da güzelleştirir’ Hz. Mevlana, “kahverengi dallardan pembe çiçekler açtığına göre, Ümitsizliğe gerek yok!” Ümitsizlik, şeytanın / nefsin beslediği; vesvesenin adı…’ Allah bizleri, her türlü çirkeften ve vesveseden korusun’ İç ve dış dünyamıza, sükûnet versin’ Umutsuzluk, asık surat’ olarak tarif edilebilir! Umut, o kadar güçlü bir moral gücüdür ki, “Umut, en çaresiz olduğunuz anlarda bile Neşeli olabilme gücü verir insana!” Hayatı, büyük idealleri, umutla yaşayacaksınız’ “niyet hayır, akıbet hayır!” Bu söz de, bu ifadelerde; hayatın kendisi’ okunur! Bu ifadeler, insana yaşama gücü/ veya zevki verir’ Hicr Suresi 55 ayette, “Dediler ki Seni gerçekle müjdeledik; Öyleyse umut kesenlerden olma!” İsra Suresi 83. Ayette de, “insana bir nimet verdiğimizde sırt çevirir ve yan çizer Ona bir şer dokunduğu zaman da umutsuzluğa düşer” Umut, insanı hayata bağlar’ Umut, insanın erdemli işler yapmasına psikolojik moraldir’ İnsanı, yaşatan ve hayata bağlayan’ umuttur… Bir büyük zat ne diyorlar; “Yeis, en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslam’ın kalbine girmiş.” Bediüzzaman da şöyle der; “insanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir!” Ne diyorlar? “Umutsuzluk yok, dua var. Acele etmek yok, sabretmek var. İmkânsız diye bir şey yok, çünkü Allah var.” Kendimizi, başarıya…’ hazırlayacağız! Şöyle kendi iç dünyamıza dönelim; “İnsanın kalbinden daha büyük bir çöl, Daha büyük bir göl var mı? Ah işte ah. Yangın da orda yağmur da…” Sizler neleri talep ederseniz, ona ulaşırsınız! Niyetler, dilekler ve aminler; birleşen bir doğru olsun… Cüneyt Kahraman bakınız ne diyorlar? “umutsuzluk ve karamsarlık bugün düşmandan, Daha çok düşmandır bizlere…” Büyük Sahabe Hz. Ali şöyle der; “Allah’ın rahmetinden ümitsiz olmak, Günahkâr olmaktan daha tehlikelidir” Hadis, “Rızkın için üzülme! Takdir edilen rızkın seni bulur” Ayet, “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret, Ve kudret sahibi olan ancak Allah’tır.” Zariyat, 58 Ye’is/ ümitsizlik zincirlerini kıracağız… Şems-i Tebrizi, 13. yy’de; sanki asrımıza/ asrımız insanına sesleniyor; “Kalk, silkelen, kendine gel. Umutsuzluğa sarılma. Umutsuzluk şeytandandır. Ümit vermek Allah’tandır” Umuda ne zaman yürüyüş başlar; “kalplere güven doğunca!” Hölder, “tehlike büyüdükçe, ümit de büyür!” İnsanları hayata bağlayan, inancı, morali, emelidir’ Öldüren, sinsi bir hastalık olarak bilinen, “Ümitsizliktir!” Acıların, sıkıntıların, sarsıntıların merhemi, “UMUT’TUR…” Bizler, umulmayanı…’ umutla buluruz! Eflatun, “Bütün yıldızlar sönse ve her şey kararsa; İnsanın ruhunda tek bir yıldız parlamaya devam eder. Bu, ÜMİT YILDIZIDIR! İnancım, zor günler geçecek’ Tıpkı, baharın içimize sinen sıcaklığı misali…
üzülme ye se kapılma ayeti