Vay Tiền Nhanh Chỉ Cần Cmnd Nợ Xấu. Doç. Dr. Seçil AKGÜN Giyim, insanların ilk çağlardan başlayarak kendilerini doğanın çeşitli etki­lerinden korumak veya ona uyum sağlamak için başvurdukları bir gereksinim­dir. Uygarlığın gelişmesine paralel; gerek baş, gerek vücut, gerekse ayak için coğrafya koşulları, iklim, meslek, sınıf ve dinlere göre özellikler taşımıştır. Ülkelerin ekonomik koşulları, sanat anlayışları, gelenek ve görenekleriyle bağıntılı olmuştur. Yüzyıllardır insanlığın her evresinde değişiklikler göstermiş bu gereksinmede, başa giyilen ile başın içindeki, yani düşünce arasında sıkı bir bağıntı da gelişmiştir. Dolayısıyla, ayrımlar daha çok “başlıklar” açısından yapılmıştır. Devrim tarihimizde de bu sorunun çok özel ve büyük bir yeri ol­muştur. Bu yerin anlaşılması için “başlık”ın geçirdiği evreleri bilmek yararlıdır. Türklerin Orta Asya’daki başlıkları, pek kesin değildir. Sultan Orhan dev­rinde Rumların takke, Tatarların üzerine tülbent sarılmış börk, Türklerin ise beyaz börk giydikleri bilinir. Sonra, börklere mesleğe göre renk ayrımı da katılmış, Yıldırım Beyazıt devrindeyse, tüm Osmanlılar beyaz börk giyer olmuş. Yine de bunlar kesin bir kurala bağlanmaksızın geliştiğinden, hallavi, kavuk, kafes, kalafat, selimi, düzkaş, serdengeçti, keçe, üsküf, külah gibi çeşitli başlıklar giyilmiştir. Osmanlıların ilişkileriyle orantılı olarak da bunların arasına çeşitli Avrupa ülkelerinden de esinlenmeler girmiştir. Şubara Leh, Üsküf İtalyan, askeri miğfer ve zırhlı serpuşlar da Macar etkisi taşırlar.[1] Başlıklarda dinsel yönden de ayrıcalıklar kapsayan gelişmeler görülmekte­dir. Hristiyanların şapka giydikleri dönemlerde Müslümanlarda başlıklar, Padişahtan halka kadar meslek ve tarikatlara göre, renk, ağırlık ve şekillerle ayrılmıştır. Bu, renk açısından Ermeni, Rum, Yahudi ve Müslüman olmak üzere ayakkabılarda da belirmiştir. Üstelik ayrımın uygulanması devlet görev­lileri tarafından sıkıca denetlenmiştir. Giyimleri çok katı kurallara bağlı Müslüman kadınların kıyafet uyumsuzlukları, köşe başlarında bekleyen devlet görevlilerince izlenir, uyumsuz peçe ve giysiler, makasla kesilerek giyen, cezalandırılırdı.[2] İşte bu ortamda İstanbul’a gelen bir Avrupalının ilk kez bu kıyafet anar­şisini gördüğünde, “Demek karnaval buraya bu zaman geliyormuş” dediğini tarih kitapları yazmaktadır . Osmanlıların hızlı bir çöküş dönemi olan 18nci yüzyılda çeşitli milletlerden oluşan bu toplumun içinde bölünmeler de oldu. Batı ülkelerinin ilim ve fen alanlarındaki ileriliğini gören devlet adamları, batılılaşma hareketleri ile gitgi­de derinleşmekte olan bu uçurumun önünü alabilme çabasına düştüler, impa­ratorluğun içindeki bölünmeyi de durdurabilmek ayrı bir kaygıydı. Bu doğrul­tuda, Müslüman olan ve olmayan halkın giysi ayrımı da bir sorun olarak orta­ya çıktı. Ancak, ilk batılılaşma önlemleri olan Padişah olarak orduda batı askeri giysileri uygulamak istemesini, gericilerin tepkisi sonucu, yaşamıyla ödedi. Bundan sonraki ciddi atılım, II. Mahmut’dan geldi. Yasal ve sosyal haklar yönünden dinsel ayrımı kaldırıcı ilk adımlar atılırken, o, “Ben halkımın Müslümanını camide, Hristiyan’ını kilisede, Musevi’sini havrada tanımak isterim” diyerek, din gurupları arasında giysi ve başlık ayrıcalığını kaldırdığını bildirdi.[3] Bu sırada II. Mahmut, Vak’a Hayriyye ile Yeniçeri ocağını kaldırıp Asakir-i Mansure-i Muhammediye adı ile batılı anlamda bir ordu kurmuştu. Yeniçerililiğin tüm izlerini silmek isteğiydi. Bunun için mezar taşlarındaki kü­lahları bile kaldırtmıştı. Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin başına ilkin Bostancı Ocağında giyilen şubara’yı giydirdi Sonra, Avrupa’dan örnek alabil­mek için çeşitli başlıklar getirtti. Ulema ise, kenarlı olanlarıyla namaz kılınamayacağından, bu tür başlıkların kabulünün doğru olmadığını söylemişlerdi. Bunun üzerine, Tunus’ta kalyoncu neferlerinin giydiği fes düşünüldü. Askerin serpuş sorununa çözüm getirmek için 1827 de toplanan meclis de, şobaralardan daha dayanıklı olduğu ve İstanbul’da yapılınca ucuza da gelebileceği için, püskülü biraz kesilmek koşuluyla, Fes’i onayladı. Derhal as­kere setre pantulla fes fiydirildi. Tunus’tan ilk gereksinmeler için fes ge­tirtilirken, gerekli ithalat konularına eğilmek üzere bir de fes nazırı atandı.[4] Dinciler, Hristiyan kökenli olmamasına karşın fese büyük tepkiler göster­diler. Gavur niteledikleri Padişaha karşı ayaklanmalar oldu. Padişah ise bunları fesin şeriatçe caiz olmadığını söyleyen Şeyhülislamı azlederek cevapladı. Asker dışında olanlara herhangi bir zorunluk olmamasına karşın, yeni giy­siler pek çok Osmanlı tarafından benimsendi. Fes giymeyip başlık konusunda eski çeşitlemeleri sürdürenlere ise halk arasında “başıbozuk” denildi. Setre pantul ve fesle Osmanlılara değişik yaşam biçimi ve meslek gurupları girdi Kıyafetin bağdaş kurarak oturmaya elverişsizliği, divan, masa ve sandaliyeleri getirdi. “Alafranga” ve “Alaturka” sözleri gelişti. Fes yapımcıları, fes kalıpçıları türedi. En ilginci de, rüzgar ve yürüyüşler sık sık dolaşan fes püs­külleri için köşe başlarında kundura boyacıları gibi türeyen püskül tarayıcılar­dır. Fese, bu engellerinden dolayı “püsküllü bela” adı verilmişti. Ayrıca, Eyüp’de Defterdar’da Feshane denilen fes imalathanesi açıldı. Fes de kalıplarına göre Darbeyoğlu, Hamidiye, Büyük Hamidiye, Aziziye, tam zuhaf, yarım zuhaf, efendi biçimi, İran biçimi türlerine ayrılırdı Aziziye kalıbı tepesi dar, aşağısı geniş olup Sultan Abdülaziz tarafından giyilmişti. Hamidiye biçimi ise tepesi ile ağzı aynı genişlikte olup II. Abdülhamit tarafından giyil­mişti.[5] Karşı koymalar, fesin kısa zamanda yerleşmesini, hatta dinsel sembol ha­line gelmesini önleyemedi. Ulema, sarık sarmaktaydı. Kimileri de fesin çevre­sine tülbent sararak bunu sarığa benzetirdi. Gitgide sarık, ulemanın sembolü oldu. Kendilerinin halk açısından yüce din bilgini olarak tanınmasını isteyen istismarcılar da bundan sık sık yararlandılar. 1903 yılında II. Abdülhamit, topçu ve süvarilere fes yerine kalpak giydirmek isteyince, bir süre önce fese karşı koyan ulema, bu kez festen yana olup onun din alameti olduğunu öne sürdüler. 1. Dünya Savaşı sırasında Enver Paşa, özellikle sıcak yörelerde savaşan as­kere daha elverişli olması için kabalak ve güneş siperli olan “Enveriye”yi ge­tirdi. Bu da yalnız asker arasında kullanıldı. Kurtuluş Savaşı sırasında ise milliyetçiler, kalpaklarıyla tanındılar. Başlık üzerinde bu değişiklikler, halktan çok bürokrat ve asker arasında gelişmeler gösterdi. Görüldüğü gibi, çeşitli yönetim, yönetici ve kavramların simgeleri olarak gelişti. Ortak nokta, gerek devlet memuranı, gerekse asker ve halk arasında bir kıyafet birliği sağlanması özlemi, ve bunun için 150 yıldır uğ­raşıldığıdır. Eğilimin de, yöneticiler arasında kılık kıyafetin din, mezhep, kül­tür, millet sembolü olmaktan çıkarılması olduğu görülmektedir. Atatürk’ün fese ilk tepkisi, Abdülhamit’in tahttan indirilmesinin neden olduğu olaylar üzerine, Trablusgarp’a gönderildiğinde olmuştur. Arabasının arkasına düşen çocuklar, başındaki fesle alay etmişlerdir. İkinci 1910 da Picardia manevralarına gidişindedir Atatürk, tren Türk sınırını geçince başına ya­nında götürdüğü kasketi, giymiş, birlikte gittiği Selehattin Bey ise fesle kalmış­tı. Bir istasyonda alış veriş ederken satıcı çocukların Selehattin Bey’e, “Tuh, Türk” demeleri Atatürk’ü çok üzmüştür.[6] Avrupa’da fesle dolaşan Türklerin bir garip yaratıkmışçasına seyredilmelerine, alaya alınan, gerilik sembolü olan bir başlığın içinde Türk kafasının tutsaklığına dayanamıyordu. Türkiye’­de amaçladığı gelişmeler arasında milleti için uygar, çağdaş kıyafet ve şapkanın da olduğunu sözlerini inanmazlıkla dinleyen Mazhar Müfit Kansu’ya 7-8 Tem­muz 1919 gecesi not ettirmişti. Yeni kurulan bağımsız Türk devletini kazandığı savaştan sonra bekleyen pek çok sorun vardı. Ekonomi, maliye, sağlık, askerlik, tarım ve sosyal alanlar­da sorunlar… Bunların her biri aynı derece önemli ve ivediydi. Ancak, ilk ön­ce, Türkiye’nin iki başlılıktan, bir devlet başkanı, bir de dinsel lider, yani Ha­lifeyi kapsar durumdan kurtarılması zorunluydu. Halifelik sürdükçe, Türkiye teokratik nitelikte kalacak, dinle devlet işlerini iç içe yürütmek eğilimindekiler, her yenilik hareketine din’i kalkan yaparak karşı duracaklardı. Başa giyecek nesneden çok öteye giderek yapısı düşünce sembolü alarak gelişen başlık ve kı­yafet sorunu da devlet teokratik nitelikte kaldıkça ele alınamayacaktı… 1924 de Halifeliğin kaldırılması, devrim hareketlerini hızla uygulayabilme ortamını kazandırdı. Ancak savaş sonrası Atatürk’ün çevresinde başarısını çekemiyen, yalnız halkın söz sahibi olduğu “egemenlik ulusundur” ilkesiyle et­kinliklerini yitireceklerini anlayanlardan bir karşıt gurup oluşmuştur. Bunlar, aynı zamanda tüm yeniliklerin de karşısındaydı. Halifelik kaldırıldıktan kısa bir süre sonra, söz konusu gericilerin de des­teğiyle doğu illerinde Şeyh Sait isyanı patlak verdi. Kısa zamanda hükümet tarafından bastırıldı. Elebaşıları istiklâl mahkemelerinde asıldı. Güvenlik sağ­lamak için Takrir-i sükûn çıkarıldı. Gericilere de bu olay devrimlerin karşısın­da hiçbir gücün duramayacağını kanıtladı. Atatürk, bu ortamda amaçladığı kıyafet devrimi için yararlanmayı dü­şündü. Bunun büyük Nutkunda “Efendiler, milletimizin başında cahil, aflet ve taassubun ve ilerle ve uygarlaşma düşmanlığının simgesi olan fesi atarak onun yerine bütün uygar dünyanın başlık olarak giydiği şapkayı giymek ve bu suretle Türk milletinin uygar yaşamdan düşünce olarak da farklı olmadığını göstermek gerekliydi. Bunu Takrir-i Sükun Kanunu yürürlükteyken yaptık” demektedir.[7] Atatürk, uygarlığın başlık sorunu olmadığını çok iyi biliyordu. Türkiye’yi çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırırken, Türk kafalarının içinde mantıksal nedenlere dayanmayan her türlü ortaçağ düşüncesinin çıkarılması gereğine inan­mıştı. “Milleti millet yapan, ilerleme ve aydınlanmaya götüren kuvvetler var­dır, fikir kuvvetleri ve sosyal kuvvetler. Fikirler, manasız ve safsata dolu olur­larsa hastadırlar. Sosyal yaşam, akıl ve mantıkla ilgili olmayan yararsız, hatta zararlı birtakım akideler, ananelerle dolu olursa felce uğrar”[8] sözleriyle de bunu belirtmekteydi. Düşünce değişikliğini yalnız kafanın içinde arayıp dışının eskisi gibi bırakılamayacağını da biliyordu. O zaman başın üstündeki karışıklığı her zaman i­çine sızma tehlikesi olacaktı. Bir süredir de halk arasında bu konuda kamu oyu uyandırmaya çalışıyordu İlk olarak, Muhafız Alayı Komutan İsmail Hakkı Tekçe önderliğinde, as­kere şapkaya benzer kenarları olan başlık giydirildi. Bu başlıkları askerlerin önce talim sırasında giymeleri, daha sonra evlerine de o şekilde gitmeleri, 1925 yılı ocak ayında planlanmıştı. Sonra, Adana’da bir hükümet doktoru, gaze­telerde güneş altında çalışanların güneşe önlem olarak “şemsi siperli serpuş” giymeleri önerisinde bulundu.[9] Daha sonra, gözleri şapkaya alıştırabilmek, ayrıca, çevredeki siperin güneşten koruyuculuğunu anlatabilmek için, İzmir’de tramvayları çeken atlara şapkaya benzer başlıklar giydirildi.[10] Özellikle gençler arasında da şapka giyenler, tek-tükde olsa görülmeye başladı. Bu giri­şimler, basın ve halk arasında olumlu olumsuz birçok tartışmalar getirdi. Atatürk, bu tartışmaların gitgide yoğunlaşması üzerine, Meclisin de tatil de olduğu yaz aylarında şapka sorununa kesinlik getirmeye karar verdi. O döne­me kadar gitmediği Kastamonu’ya davet edilmekteydi. Halka, şapkayı orada tanıtmaya karar verdi. Düşüncesinden yakınlarına söz edince, bölgenin tutu­culuğuna karşı uyarıldı. Oysaki Atatürk, başka etkenleri de hesaplıyordu. Şöyle ki, Kastamonu-İnebolu, iç isyanlara katılmamış Kurtuluş Savaşında Anadolu’ya geçmek isteyen savaşçılar açısından, ayrıca özellikle silah ve cep­hane sevkinde çok yararlı olmuş bir bölge idi. Yine Kurtuluş Savaşında Ata­türk’ü destekleyen fetvaya da Kastamonu Müftüsü Hafız Osman Nuri imza atmıştı. Aynı belgede toplanan 45 imzanın 24’ünü, yine Kastamonulu hocalar oluşturuyordu.[11] Oraya hiç gitmemiş olmasını da kendisi bir başka neden o­larak göstermişti. Başka bölgelerde, kendisini halkın kalpaklı ve fesli de gör­düğünü, hiç görülmediği Kastamonu’daysa ilk nasıl görülürse, öyle kabullenileceğini düşünüyordu.[12] 23 Ağustos Pazartesi sabahı, yanında Nuri Conker ve Fuat Bulca Beyler de olmak üzere Kastamonu’ya hareket etti. Kastamonu’ya Atatürk, başında Panama şapka ile girdi. Şapkayı gören Kastamonu Valisi Fatin Bey, ve Mebusları Ali, Rıza ve Mehmet Beylerle bazı aydınlar, derhal terzilere koşarak şapka benzeri başlıklar diktirdiler, Atatürk’ü öyle dinlediler. Kendisini ziyarete gelenler de şapka giyiyorlardı. Hatta bun­ların arasında yine kravat ve şapkalı, Tahir Çelebi adlı bir Mevlevi şeyhi de vardı. 24 Ağustos günü, Kastamonu’da bir konuşma yapan Atatürk, halka, bir terziye de sözlerini doğrulatarak, çağdaş giysinin daha rahat, uygar ve ucuz o­lacağını anlattı. Türk ve İslam dünyasındaki çöküşün, uygarlığın gereği ilerle­meden uzak kalarak olduğunu, Türklerinse 5-6 yıldır bu esaslara uyarak kendi­lerini kurtardıklarını anlattı. “Artık duramayız. Behemehal ileri gideceğiz. Geriye ise hiç gidemeyiz. Çünkü ileri gitmeye mecburuz. Millet bilmelidir. Me­deniyet öyle bir kuvvetli ateştir ki ona yabancı olanları yakar ve mahveder. İçinde bulunduğumuz uygarlık ailesinde layık olduğumuz mevkii bulacak ve onu muhafaza ve ilan edeceğiz. Refah saadet ve insanlık bundadır”[13] söz­leriyle konuşmasını bitirdi. Sonra, başından şapkasını çıkararak halkı selam­layınca da halk, müftü dahil, başlarındakileri çıkararak karşılık verdiler. Bu bile başlı başına bir olaydı, çünkü o zamana kadar baş açıklığı, toplumsal ku­rallara göre ayıp nitelenirdi. Kastamonu’dan İnebolu’ya giden Atatürk, 26 Ağustos’ta Türk Ocağında giyim ve şapka konuşunda tarihi konuşmasını yaptı. O güne kadar “gavur” damgası yiyeceği korkusuyla adı söylenmemiş “şapka”yı halka tanıttı Halka, kısa zamanda gerçekleştirilmiş devrim hareketleriyle ilgili bilgi verdikten sonra, bunların yapılmaması halinde, kurtuluşun da tehlikeye düşeceğini an­lattı. Sözlerini kıyafete getirip “Türkiye Cumhuriyetini tesis eden Türk Halkı medenidir. Tarihte medenidir, hakikatte medenidir… Bunu ispat etmek mecburiyetindedir… Bizim kıyafetimiz milli midir?.. Kıyafetsiz millet olur mu? Çok kıymetli bir cevheri çamura sıvayarak aleme göstermekte mana varmıdır? Medeni ve çağdaş kıyafet bizim için çok cevherli, milletimiz için layık kıyafet­tir Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, ya­kalık ve ceket, ve tabii bunları tamamlamak üzere başta şemsi siyerli serpuş, bunu açıkça söylemek isterim. Bu serpuşun ismine şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi. İşte şapkamız diyenler vardır. Onlara diyeyim ki çok gafilsiniz ve çok cahilsiniz, ve onlara sormak isterim Yunan serpuşu olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz? Bizans papazlarının ve Ya­hudi hahamlarının özel giysisi cübbeyi nasıl giydiler?” dedikten sonra, kadın­ların giysilerine değinirken “Seyahatimde köylerde değil, bilhassa kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok kesif ve itina ile kapamakta olduklarını gördüm… Erkek arkadaşlar, bu biraz bizim hodbinli­ğimiz eseridir… Kadınlarımız da bizim gibi müdrik ve mütefekkir insanlardır.. Onlar yüzlerini dünyaya göstersinler. Ve gözleriyle dünyayı dikkatle görebilsinler. Bunda korkulacak bir şey yoktur… Bu gidiş zorunludur. Bu zorunluk yüksek ve mühim bir neticeye varıyor. İsterseniz bildireyim ki bu kadar yüksek ve mühim bir neticeye varmak için gerekirse bazı kurbanlar da verelim. Bunun önemi yoktur. Önemli olan, şunu ihtar ederim ki, bu halin muhafazasında ısrar ve taassup, hepimizi her an kurban koyun olmak istidadından kurtara­maz.. Medeniyetin coşkun seli karşısında durmak beyhudedir”.[14] Saltanatın kaldırılmasında kullandığı bu çok kuvvetli sözleri burada da kullanan Atatürk, karşı koymalara hiçbir şekilde ödün verilemeyeceğini, dü­şünülen yolda kesinlikle ilerleneceğini belirtiyordu. 30 Ağustos’ta yine Kastamonu’ya dönüşte yaptığı konuşmasında da yapı­lan ve yapılacak devrimlerin amacının Türkiye halkını tamamen çağdaş ve uy­gar bir duruma getirmek olduğunu söyleyip “Zihinlerdeki hurafeler tamamen terk olu­nacaktır. Onlar çıkmadıkça kafalara hakikat ışıkları giremez… Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tama­men asri ve bütün anlamıyla uygar bir toplum haline getirmektir… Bu hakikati kabul etmiyen zihniyetleri tarumar etmek zaruridir… Her halde zihniyetlerde mevcut hurafelerin hepsi terkedilecektir. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını sokmak imkansızdır” dedikten sonra, daha önceleri gerçekleştiril­mek istenen sosyal yenilik hareketlerinin, erkeklere özgü kalması nedeniyle kökleşemediğini anlatmış, “Bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan oluşur. Kabilmidirki bunun bir parçasını ilerletip öbürünü bırakalım da topyekun gelişme bekleyelim? Mümkünmüdürki bir toplumun yarısı topraklara zincirle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselsin?” Bu sözleriyle yapılacak tüm yenilik hareketlerine Türk toplumunun kadın erkek ayrımı yapılmaksızın katılması gereğini belirtiyordu. Yine aynı konuşmasında, din adamı giysileriyle halkı kandırmaya çalışan kimselere de dikkati çekip bu giysilerin olur olmaz giyilmesi sakıncalarını da açıklıyordu “Devlet memurları bütün milletin kıya­fetlerini tashih edecektir. Fen, sıhhat açısından önemli olarak, her yönden denenmiş medeni kıyafet kullanılacaktır”.[15] Eylül ayı başında, gazetelerde kıyafet konusunda Heyeti Vekiliye Kararnamesi yer alıyordu. Tekke ve Zaviyelerin de kapatıldığını bildiren bu kararnamede 243 sayılı Kararname devlet memurlarının giyecekleri kıyafet hakkında ayrıntılı bilgi veriliyor, şapka giyme zorunluğu getiriliyordu. Dinsel giysilere de belirli kısıtlamalar yapılıyor, bu giysilerle sokakta dolaşmak yasaklanırken yalnız Diyanet İşleri’ne bağlı görevlilerin görev başında sarık gi­yebilecekleri yazıyordu.[16] Kastamonu gezisinden Ankara’ya dönüşünde Atatürk’ün kendisine Türk halkının bir gün şapka giyeceğini söylemesini 1919 yılında kuşku ile karşılayan Mazhar Müfit Kansu, bu girişi hayretle izlemiş, üstelik arabada Atatürk’ün ya­nında oturmakta olan Diyanet İşleri Başkanının da başında şapka olduğunu şaşırarak görmüştü.[17] Şapka giyenler arasında kısa bir süre önce Vakit yazarını şapka giydiği için hapsettirmeye çalışan Ankara İstiklal Mahkemesi Başkanı Ali Çetinkaya Bey’de vardı.[18] Kastamonu gezisi ve konuşmaları, Türk toplumuna yeni bir atmosfer getirdi. Atatürk “Halk-o saf kitle, bilemezsiniz ne kadar yenilik taraftarıdır. Engeller hiçbir zaman bu basit tabakadan gelmeyecektir”[19] dereken, gerçek­ten yanılmamıştı. Şapkanın uygulanması, giyilmesi kadar kolay olmadı. Bir yandan şapkalar getirtilir, yapılır, giyilirken, bir yandan da tıpkı bir zamanlar fese olduğu gibi, şapkaya da büyük tepkiler geldi. Ankara’daki din adamları Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi’yi ziyaret ederek yakındılar ve “Seninkini gör­dün mü? Nihayet bize şapkayı da giydirdi.” diye şikayette bulunmak istediler. Ancak Rıfat Börekçi ”Efendiler, onun her yaptığı doğrudur. Eğer dininizi de­ğiştirin derse, tereddüt etmeyin, onda da bir hikmet vardır” yanıtını vererek onların şikayetlerini dinlemedi.[20] Tepkiler, Atatürk’ün devrimleri yaparken halkın sağladığı uyumu görmek için yapmayı adet edindiği yurt gezisi sırasında ve sonra da sürdü. 21 Eylül’de İzmit’ten gezisine başlayan Atatürk, 22 Eylül’de Mudanya ve Bursa, 8 Ekim’de Balıkesir, 10 Ekim’de Akhisar-Manisa, İzmir, Kemalpaşa’ya, 13 Ekim’de İzmir’e 17 Ekim’de Konya’ya 21 Ekim’de Afyon’a giderek 22 Ekimde Ankara’ya döndü. Batı Anadolu’daki gezisinde her yerde ucuz fötr yapımına başlandığını ve giyimine de pek çok kimsenin katıldığını gördü. Hatta bu gezi sırasında halktan kendisine kıyafette de bir uyum sağlaması için başvurular olmuştu. Akhisar’da Marmara Nahiyesi Uzunca Köylüleri; İzmir-Akhisar’dan Atatürk’e çektikleri telgrafta, şapkadan sonra kıyafette de bir uyum sağlanarak çeşitleme ve gü­lünçlüklerden halkın kurtarılmasını istemişlerdi. Bunu Akhisar-Yeniköy’den aynı kapsamda bir telgraf izlemişti. Atatürk’te tarihinde kendilerine sorunlarına ciddiyetle eğilineceğini bildirirken, bir başka telgrafla da Başbakan İsmet Paşa’dan bu dileklerin hükümetçe dikkate alınması ricasında bulunmuştu.[21] Yine de dini politikaya alet etmek isteyenler, bu olanağı değerlendirip şap­kaya gavurluk damgası vurarak ayaklanmalar çıkardılar, ilk ayaklanma 15 Eylül’de Sivas’ta oldu. Bunu Kayseri, Urfa, Nizip, Maraş, Erzurum, Rize ve Giresun bölgelerindeki ayaklanmalar izledi. Bu bölgelere giden istiklal Mahkemeleri, olayların elebaşılarını yargılarken, bunların bazılarının yalnız şapka değil, tümüyle Kurtuluş Savaşına karşı olup Yunan emellerine dahi hizmet et­tiklerini ortaya çıkardılar. Mahkeme kararıyla devrime karşı bir de kitapçık yayınlamış olan İskilipli Atıf Hoca ile Ali Rıza, asıldılar.[22] İskilipli Atıf Hoca, şapkaya karşı tutumunu çok önceden belirtmiş, “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı 32 sayfalık bir kitapçığı 1924 yılında ya­yınlamıştı. Kitabında şapkayı Müslüman olan ve olmayan arasında tek ayrım sayıyor, “zina ve hırsızlığı şapka giymeye ehven” buluyordu. Ayrıca, şapkanın taklit olduğunu, taklidinse Şeriat esaslarına uymadığını da belirtiyordu. Buna bir tür cevap olmak üzere “İmana Tasallut” adlı kitabını yazan Süleyman Na­zif ise, İslam dinine bu kitapçığı yazanlardan daha derin bir mezarın kazılamıyacağını söylüyordu. Ayrı dinlerden oldukları halde hem Hristiyanların, hem de Musevilerin şapka giydiklerini, şapkanın küfür olmayıp fes, külah gibi bir başlık olduğunu söylüyordu. Kanısı, karşı koymaların başlıca amacının Tevhid-i Tedrisatla gelen yenilikleri durdurmak olduğuydu. Görüşlerine de şunu ekliyordu “Bizde yasak veya beğenilmiş yoktur, iyi veya kötü vardır Kötü is­ter Mekke-Medineden gelsin, reddedilmiştir. İyi ise, Londra, Paris Pekin de olsa, iyidir. Birşeyin güzelini çirkinini gösterecek kendisidir, fetva değil”.[23] Şapka, her türlü karşı koymaya karşın, 25 Kasım 1925’de yasallaştı. Konya Mebusu Refik bey ve arkadaşlarının yasa tasarısı, 16 Ekim’de Meclise getiril­mişti. Tasarı, Türkler için tüm çağdaş uygar ulusların başlığı olan şapkanın benimsenmesini öneriyordu. Kanun görüşülürken her ne kadar Bursa Milletvekili Nurettin Paşa, bunun anayasaya aykırı ve özgürlük kısıtlayıcı olduğunu, ayrıca mebusların memur olmadığı gerekçesiyle şapka kanunu kapsamına alınamayacağını öne sürerek şiddetli karşı koymalarda bulunduysa da görüşü benimsenmedi. Antalya Millet­vekili Resih Efendi, Peygamberin bile Roma imparatorunun armağanı ceketi giydiğini, giysiyle Hristiyan olunamıyacağını söyledi, Şükrü Kaya’da dinin devletle ilgili olmadığı Türk toplumunda şapkanın din açısından sakıncalı olamayacağını, ulusallık açısındansa, aynı kılığı giyen pek çok toplumun ulusallık duygularının ayrı olduğunu, anayasal açıdansa, ancak Türk bağımsızlığına, haysiyetine, ilerlemesine engel kayıtların anayasaya aykırı olduğunu söyledi. Kütahya Milletvekili Ragıp Bey ise, aykırı olanın yasa değil “Paşa’nın ka­fası” olduğunu söylemekteydi.[24] Kanun, Nurettin Paşa ve Ergani Milletvekili Ihsan Bey’in olumsuz oylarıy­la, şu şekilde kesinleşti Madde 1 Türkiye Büyük Millet Meclisi azaları ile idare-i umumiye ve hu­susiye ve mahalliye ve bil’umum müessesata mensup memurun müstahdemin Türk milletinin iktisap etmiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Tür­kiye halkının da umumi serpuşu şapka olup buna menafi bir itiyadının deva­mını hükümet men eder. Madde 2 İşbu kanun tarih-i neşrinden itibaren mutaberdir. Madde 3 İşbu kanun Büyük Millet Meclisi ve icra Vekilleri Heyeti tarafından icra olunur.[25] Nurettin Paşa’nın Meclisteki önerisi de çeşitli kesimlerden tepkiler getirdi. Onun gericiliğini protesto eden, dokunulmazlığının kaldırılmasını isteyen telgraflar, Sultanhisar, Nazilli, Bozdoğan, Söke, Karacasu, Korkuteli, Babaeski halkı, ileri gelenleri ve belediyelerinden geldi. Ayrıca, onun gibilere karşı Mec­liste önlemler alınması da isteniyordu.[26] Bundan sonra, şapkaya alışmak, uygulanmasında yatkınlık sağlanmak amacıyla, derhal memurlara şapka-giyim için uzun vadeli borçlar verildi. Ayrıca, bir de kitapçık yayınlanarak şapka giyimi, şapkayla selam, çıkarma, ayrıca üniforma şapkalarının özellikleri de halka tanıtıldı.[27] Göz alışkanlığına dayandığından, devrimler içinde en çok direnmenin şap­kaya olduğu söylenebilir. Kıyafet devrimi, yalnız sosyal nitelikli, basit bir olay olmayıp laiklik ve uygarlıktan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle benimsenmesi, çeşitli evreler geçirdi. Devlet memurlarına zorunlu şapka uygulaması üzerine, kimi kimseler, melon şapkayı “mel’un şapka” diye adlandırdı. Fötr ve melon şapkaya alışıldıktan sonra silindir şapkaya da ilk görüşte tepki gösterildi. O yıl Meclis açılışında Meclis Başkanının frakla silindir şapka giymesi, bu giysiyi gelenekleştirdi. Türkler tarafından şapkanın benimsenmesi, batılılardan Türklerin ilerlemeleri konusunda köklü olamayacakları düşüncelerini sarstı, öte yandan, Müslüman ülkelerde şapka ile Türklerin Müslümanlıktan ayrıldıklarına ilişkin zayıf da olsa bir kanı yerleşti. Oysaki Atatürk, şapkanın Türkiye’de olduğu gi­bi bu ülkelerde de yayılacağı kanısındaydı. Bu inancı nedeniyle, Mısır elçisine bir işarette bulundu. Şöyle ki 1931 yılı Cumhuriyet Bayramı yemeğine davetli kordiplomatiğin tümünün başı açık olmasına karşın Mısır elçisinin giymekte olduğu fesin Atatürk, çıkartılmasını sağladı. Elçi, protesto olarak yemeği terk etti. Bu yüzden Türkiye ile Mısır arasında bir anlaşmazlık olasılığı baş gösterdi. Türk Dışişleri Bakanlığı ise, davranışının elçinin rahatlığını sağlanması nedeniyle olduğunu söyleyerek anlaşmazlığın önünü aldı. Olay, Dundes Evening Telegraph gazetesi ve Near Eas mecmuasında yer aldı. Türkiye ile Mısır’ın neredeyse aralarının açılacağı, bu yazılarda da anlatılıyor ve bulunan çözüm şekli belirtiliyordu.[28] Çok sonraları, Mısır ordusu şapkayı kabul ettiği gibi, halkı da giyer oldu. Başka Müslüman ülkeler de Mısır’ı izledi. Böylece, Atatürk’ün başa konan şapka ile vicdandaki inancın ilgisi bulunmadığı görüşü kanıtlandı. Şapka ve kıyafet değişikliği ile toplumsal yaşamda ne düşünce, ne inanç, ne kılık, hiçbir şeyin dondurulmayacağı, Türk toplumunda kesinlik kazanıyordu. Şapka, özgür, uygar yaşam ve düşüncenin sembolü olarak Türk toplumunda yerleşip gelişti. Türkiye’nin çağdaşlaşmasında da güçlü bir atılım, böylece gerçekleşti. Doç. Dr. Seçil AKGÜN Dipnotlar [1] CBA 10-1-105 [2] KARAL, Enver Ziya Kıyafet Devrimi Konferans [3] KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi Cilt VI, S 170 [4] Uzunçarşılı. İsmail Hakkı Asakir-i Mansure’ye fes giydirilmesi, Belleten XVIII/70224-26 [5] Uzunçarşılı, S230 [6] İğdemir, Uluğ Atatürk’ün Yaşamı, Cilt 1, Ankara 1980 S23 [7] Atatürk Nutuk, S895 [8] Soyak, Hasan Rıza Atatürk’ten Hatıralar, Ank. 1973 S256 [9] Baydar, Mustafa Atatürk ve Devrimlerimiz, İst. 1973 S-216 [10] Karal, Enver Ziya Konferansı Kıyafet Devrimi [11] Baydar, Mustafa S217-18 [12] Atay. Falih Rıfkı; Çankaya, S398 [13] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, S207 [14] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, S210-11 [15] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt 11 s214-17 [16] Açıksöz, 5 Eylül, 1925 [17] Kansu Mazhar Mufıt S 133 [18] Atay, Falih Rıfkı S398 [19] Soyak, Haşan Rıza S260 [20] İğdemir, Uluğ S29 [21] CBA,AIV-17-C/D70/F 2-3-4-5 [22] Aybars, Ergün istiklal Mahkemeleri, s249 [23] Süleyman Nazif imana Tasallut, -Şapka Meselesi, İst. 1925- Yazar, kitabının önsüzünde eserin şapka kanunundan önce yazıldığım belirtmektedir [24] 242-250 [25] S261 [26] 3-14 Aralık. 1925; CBAIV-17-C/D70/F-4-17 [27] Şapka ile Nasıl Selam Verilir, İst. 1925 [28] CBA Şule Tan, ŞABKAL, Tarih Ve Düşünce Dergisi, SARIKTAN FESE FESTEN ŞAPKAYA Şule TAN Şehit Adil Büyükcengiz AİHL 11-A No75 Yıl2018 Giriş Kılık kıyafet toplumun bulunduğu coğrafyayı, dini inanışlarını, kültürel değerlerini ve toplumun içindeki bireyin sosyal statüsünü, ekonomik durumunu, dünya görüşünü yansıtır. Aynı zamanda kılık kıyafet batılılaşma ve modernleşme de bir araç olarak görülür ki bu metinde kılık kıyafetin bir parçası olan başlığın devleti kalkındırmak amaçlı değiştirilmesini, halkın buna tepkisini ve uzun vadede etkilerini konu aldım. Baştakini kaldırmak ve kalkınmak arasındaki bağlantıyı görebilmek amacıyla yazdım. Tümevarım yöntemiyle tüm kılık kıyafet ıslahatları için aynı şeyi söyleyebilmeyi amaçladım. Bu çalışma iki aşamadan oluşuyor. Birinci aşamada 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde döneminde yapılan sarıktan fese geçiş ıslahatı ele alırken ikinci aşamada cumhuriyetin kuruluşu ile beraber 25 Kasım 1925 tarihinde çıkan şapka kanunu ele aldım. Fese Geçiş Türklerin İslamiyet’i kabulü ve Osmanlı devletinin kuruluşunun ardından kullanılmaya başlanan sarık zamanla dini ve kültürel bir simge haline ise değişen dünya dengeleriyle beraber Osmanlı batının gerisinde kaldığını fark ederek askeri alanda ıslahatlara başlamıştır. Bundan sonraki iki yüzyıl boyunca da devam eden ıslahatların yapıldığı alanlar sadece askeriyeyle sınırlı kalmamış her alanda gerçekleşmiştir. 1826 yılında II. Mahmut tarafından kaldırılan yeniçeri ocağının ardından kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı batı tarzındaki ordunun kıyafet olarak da ceket ve pantolon giyilmesi başlık olarak da fes takılması kararlaştırılmıştır. Fes zorunluluğu sadece askerlere değil tüm halka getirilmiştir. Yalnız ulemaya sarık konusunda serbestlik tanınmıştır. Bu durum sarığın dinsel bir sembol olarak görüldüğü bir çevrede normal olarak yadırganmış ve toplum II. Mahmut’un kararlarını desteklemeyerek ona gavur padişah demiştir. O dönemde İstanbul’da yaşayan bir İngiliz gazeteci ise bu ıslahatları şu şekilde değerlendirmiştir[1] “Kıyafette ıslahı meydana getirebilmek için fazla enerji sarf edildi. Çünkü kıyafet halkı Avrupalılardan ayıran büyük bir mâniaydı. II. Mahmut Batı kıyafetini önce kendisi benimseyen ve isteyenlerin de sakallarını kesebileceklerini irade eden ve yeni kurduğu ordusunu tam bir Avrupa ordusu olarak görmek isteyen bir padişahtı. Başa kavuk yerine fesin geçirilmesi, şalvar, cepken setre, pantolon giyilmesini sağlamak istemişti. Yenileşme hareketlerinde çok ileri gittiği için muhafazakâr çevreler tarafından gavur padişah olarak anılmıştır” Vakanüvis Lütfi Efendi de padişahın halkın tepkisini görmek için iki kişiyi setre pantolonla halkın içine soktuğunu ve halkın da buna sert bir tepki verdiğini yazmıştır[2]. Fes konusundaki çekişmeler toplumun aynası olan edebiyata da yansımış şairler fesi hoş gösteren şiirler yazmışlardır “Başına dönmekte cânânın o da hasrettedir Kıpkızıl olmuş hicâb-ı ΄aşkdan üftâde fes İltifât-ı şâh-ı asrın oldu çünki mazharı Gezse ΄izz ü nâz ile şimdi sezâ bâlâda fes[3]” “ Kisve giydi buldu asker şimdi şan Her biri oldu misali kahraman İtmede böyle cemi asâkiran Padişahım devletinle çok yaşa Pek yaraştı eğri sarık eğri fes Resmine erbabı irfan didi pes Bu sözü tekrar iderler her nefes Padişahım devletinle bin yaşa[4]” Nitekim fese alışılması uzun sürmemiş hatta II. Abdülhamid döneminde topçu ve süvari askerlerinin fes yerine kalpak takması kararına itiraz edilmiştir. Halk fesi dini bir sembol olarak görmeye başlamıştır. Şapkaya Geçiş Osmanlının son yılları birinci dünya savaşı ve sonrasındaki belirsizlik gibi sancılı dönemlerin ardından her alanda yapılan inkılaplar kılık kıyafeti de kapsamış ve bu da şapka kanununu beraberinde Kasım 1925 tarihinde 671 sayılı şapka iktisası hakkındaki kanun kabul edilmiştir. “Türkiye Büyük Millet Meclisi azaları ile idarei umumiye ve hususiye ve mahalliyeye ve bilûmum müessesata mensub memurin ve müstahdemin Türk milletinin iktisa etmiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da umumî serpuşu şapka olup buna münafi bir itiyadın devamını Hükümet meneder.[5]” Şapka kanunu dış basında da yer bulmuştur. İngiliz Manchester Guardian gazetesinde, başlıkları değiştirmenin kafaları değiştirmekten kolay olduğu söylenerek, yeni Cumhuriyetçilerin kafasının eski Osmanlı kafasından farklı olup olmadığından emin olmadıkları ifade edilmektedir[6]. Önce sarığı ve sonra fesi kendine sembol edinen halk bu kanuna karşı isyanlara başlamıştır .Bu isyanların bir sebebi de yeni bir sembolün gelmesi değil kendisine tamamıyla zıt insanlarda gördüğü sembolü benimsemek zorunda oluşudur. O dönemde ona göre şapka takan insanın ya cephede kendisine karşı savaşan asker ya da ülkesine karşı kışkırtmalar yapan yabancı elçidir. Dini açıdan da fes Müslümanlığın şapka gayrimüslimliğin sembolüdür. Atatürk bu isyanlara karşı şunları söylemiştir “Şapka giymenin caiz olmayacağını söyleyenler vardır. Onlara diyeyim ki, çok gafilsiniz ve çok cahilsiniz ve onlara sormak isterim Yunan serpuşu olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz?[7]” Kendine ait bir değeri istemeyenlerin yanında bu durumu fırsat bilerek ortalığı karıştırmak isteyen insanlar da olmuştur. Bu sebepten dolayı şapka takmayanların istiklal mahkemelerinde yargılanması, Diyanet İşleri Başkanlığından şapka takmanın hükmü ile alakalı vaazlar ve fetvalar verilmesi gibi tedbirler alınmıştır. Bu olayların sonundan Atatürk şöyle bahsetmiştir “Efendiler, milletimizin başında cehil, gaflet ve taassubun ve terakki ve temeddün düşmanlığının alâmeti fârikası gibi telakki olunan fesi atarak onun yerine bütün medeni âlemce serpuş olarak kullanılan şapkayı giymek ve bu suretle, Türk milletinin medeni hayat-ı içtimaîyeden, zihniyet itibariyle de hiçbir farkı olmadığını göstermek bir lâzıme idi... Fakat Nurettin Paşa’nın, millet Kürsüsü’nden galeyana getirmeye muvaffak olduğu taassup ve irticâ hisleri, nihayet birkaç yerde, yalnız birkaç mürtecinin, İstiklâl Mahkemelerinde hesap vermeleriyle söndü.[8]” Sonuç Tarihte yaşanan bu deneyimler ışığında eğer gelişim isteniyorsa yapılması gereken toplumun kültürel değerleriyle ve gelenekleriyle özdeşleşebilecek dolayısıyla kalıcı olabilecek değişimler yapılmalıdır. Aynı zamanda kılık kıyafetin gelişmeye ne kadar katkısı olabileceği düşünülmesi gereken bir durumdur. Cahil olduğu düşünülen bir insan, aydın bir insanın kıyafetine bürünerek "aydın" haline gelmeyeceği gibi bunun aksi de söz konusu değildir. Başlığı değiştirmek ile zihniyet değişmez. Tarihin bu dönemlerinde toplumların değişimi amacıyla başvurulan bu politikaların, zaman içinde doğal olarak yaşanması gereken değişim ve dönüşüme ne kadar katkıda bulundukları muammadır. Ne var ki kıyafet her zaman tartışılacaktır ve insanların gözünde ülkeyi geliştirmesi umulan siyasal, bilimsel ve dini bir kimlik problemi olarak kalacaktır. Kaynakça Aysal, Necdet , “ TANZİMAT’TAN CUMHURİYET’E GİYİM VE KUŞAMDA ÇAĞDAŞLAŞMA HAREKETLERİ ”ÇTTAD , 2011/Bahar, Öztoprak, Nihat “ Divan Şiirinde Giyim Kuşam Üzerine Bir Deneme” Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 4, İstanbul 2010 Süleyman Demirel Üniversitesi ,tezler, “ II. Mahmut kıyafet devrimi” Doğaner, Yasemin, ATATÜRK DÖNEMİ TÜRKİYESİ’NDE SOSYO-KÜLTÜREL DEĞİŞİM Köse, Hüseyin, KÜLTÜREL/SİYASAL BİR KİMLİKLEŞME ARACI OLARAK GİYİM-KUŞAM MODASI Sakal .Fahri , ŞAPKA İNKILÂBININ SOSYAL VE EKONOMİK YÖNÜ DESTEKLER VE KÖSTEKLER [1] Haluk Y. Şehsuvaroğlu, “II. Mahmut ve Kıyafet İnkılâbı”, Akşam, 14 Eylül 1952 [2]Falih Rıfkı Atay, Çankaya-Atatürk’ün Doğumundan Ölümüne Kadar-, Kıral Matbaası, İstanbul, 1984, [3]Öztoprak, Nihat “ Divan Şiirinde Giyim Kuşam Üzerine Bir Deneme” Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 4, İstanbul 2010 [4] Süleyman Demirel Üniversitesi ,tezler, “ II. Mahmut kıyafet devrimi” [5] Şapka iktisası hakkında kanun Resmî Ceride ile neşir ve ilânı 22/XII/1341 - Sayı 230 [6] Yılmaz,Mustafa, 1993, British Opinion and the Turkish Republic, University of Manchester Department of Middle Eastern Studies Ph Thesis, p. 105. [7] Şerafettin Turan, Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar, 3. B., Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999, Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam-Mustafa Kemal 1922-1938, C. III, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985, [8] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk 1919-1927, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara, 1999, 896 Türkiye Cumhuriyeti'nin korkusuz kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatının 83'üncü yıl dönümünde 10 Kasım Atatürk'ü Anma Günü ile ilgili şiirler merak ediliyor. 10 Kasım tarihinde saatler gösterdiğinde bir dakikalık saygı duruşu ile Mustafa Kemal Atatürk anılır. Gün boyunca sevdiklerinizle paylaşabileceğin 10 Kasım Atatürk'ü Anma Günü ile ilgili şiirleri haberimizde derledik. Bugüne kadar 10 Kasım için özel olarak yazılan 10'larca şiiri haberimizde derledik. İşte Atatürk'ü anmak için yazılan 10 Kasım ile ilgili şiirler...ATATÜRK'ÜN VEFATI10 Kasım 1938 saat yakalandığı siroz hastalığından kurtulamayarak İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini yumdu. Cenazesi 21 Kasım 1938 günü törenle geçici istirahatgâhı olan Ankara Etnografya Müzesi'nde toprağa verildi. Anıtkabir yapıldıktan sonra nâşı görkemli bir törenle 10 Kasım 1953 günü ebedi istirahatgâhına KASIM ATATÜRK'Ü ANMA GÜNÜ İLE İLGİLİ ŞİİRLERON KASIMLARDA YÜRÜMEKAtatürk’üm işte 10 Kasım yineDalgalanır ağaçlarla oğullarDalgalanır oğullarla ninelerDalgalanır ninelerle genç kızlarÖzlemin ta yüreğime işlemişSeni bulmak, seni görmek için benBütün toprakaltıyla barışacağımEreceğim sana usta, barışta, başarıdaÖyleGüçlüsün kiGüçleneceğimÖyle yücesin ki, yüceleceğimDüşüne düşüne seni kocaman kocamanDağlara, dağlara karışacağımOzan mıyım, ordu muyum, su muyum anlaşılmazÇağlar upuzun allığı yüreğimde ülkününSanki bayrak bir kalemdir, sanki gökler bir kağıtSanki ellerim geceSanki ellerim gündüzYazacağım seni daha, bir dahaBen senin ölümünle yarışacağımATATÜRK'Ü YİTİRMEDİKYıllar üst üste katlandıkçaAcımasız uzadıkçaÇelik mavisi gözlerindeHer geçen günIşığını çoğalttıkçaGüzel vatanımızıKurtardığın anıldıkçaSeni yitirmedik kiDün olduğu gibiBugün de aramızdasın her anBuna inan Ata’mYüzyıllar da geçse aradanSen her zaman anılanKutsal bir APAYDINMUSTAFA KEMAL'LER TÜKENMEZTükenir elbet gökte yıldız, denizde kum tükenirBu vatan bu topraklar cömertKutsal bir ateşim ki ben sönmezİnanın Mustafa Kemal'ler tükenmezBen de etten kemiktendim elbetBen de bir gün geçecektim elbetİki Mustafa Kemal var iyi bilinBen işte o ikincisi sonsuzluktaRuh gibi bir şey görünmezİnanın Mustafa Kemal'ler tükenmezHep kardeşliğe bolluğa giden yoldaBilimin yapıcılığın aydınlığındaGüzel düşünceler soyut fikirlerde benEvrensel yepyeni buluşlardaGeriliği kovmuşum ben dönmezİnanın Mustafa Kemal'ler tükenmezBaşın mı dertte beni hatırlaDuy beni en sıkıldığın anBaştan sona herşeyiyle bu vatanSakın ağlamasın Kasım'larda Fatih'ler Kanunî'ler ölmezİnanın Mustafa Kemal'ler tükenmezHalim YAGCIOGLU10 KASIM YOLCULUĞUOmuzunda bir alev pelerin,On sekiz kızın işlediği sekiz numaralı top arabasıylaEfem, Rasattepe’ ye gömleği atmış sırtından,Kurşun tabutları “zırh” diye durmuş yolunda ağaçlar,Bayraklar önünde başını ağır geçiyor halkın içinden,Pelerini rüzgarda alev kılıç kabzasında olmalı…Karargâhına gidiyor, sarışın bir alev pelerin,On sekiz kızın göz nuru sekiz numaralı top namlusundanEfem, gene HANHANÖLMEZ ATATÜRKGözleri bir güneş gibi aydınlatırdı,Umutsuzluğu kabul etmeyendi ATATÜRKSevginin kaynağı, Bağımsızlığın timsaliGeleceğimin aynası, ölmez ATATÜRKYoklukların ve çaresizliğin düşmanıKimsesizlerin can dostuydu ATATÜRKVatanının yılmaz savunucusuÖzgürlüğün mimarı, Ölmez ATATÜRKVatan toprağını altın bilenYabancıya yar etmeyen ATATÜRKYa İstiklal Ya Ölüm diye haykıranKurtuluşumun sembolü, ölmez ATATÜRKMUSTAFA KEMAL'IN GÖK YAZILARIBen Mustafa Kemal, elimde tebeşir, Kocaman,Mavicek bebelerin, ak kızların,Taş ninelerin, çatal dedelerin gözleri, kocaman,Bir 10 Kasım gecesiYazıyorum ateşten çağrımı karşınıza-Ey Türk gençliği...Ben Mustafa Kemal, doyamadım haykırmaya,Şimdi destan ellerimle yazıyorum,Yeşiline suyun,Kuşun,Yelin,Yaprağın"Ne Mutlu Türküm Diyene."Ben Mustafa Kemal, önümde kırk bin köy,Kırk bin ovaya karşı bir tek dağ gibiyimBayraklarım değerken evren bayraklarına şimdi,Elimde tebeşirYazıyorum kara gecenin üstüneYazıyorum armağanımı"Övün, Çalış, Güven."Fazıl Hüsnü DAĞLARCAATATÜRK'ÜN HAYATIMustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule Atadan 1956 yılına değin Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti 1888. Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası Kıdemli Yüzbaşı oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde Bakanlığında göreve Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardırSarıkamış 20 Eylül 1920, Kars 30 Ekim 1920 ve Gümrü'nün 7 Kasım 1920 Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları 1919- 1921I. İnönü Zaferi 6 -10 Ocak 1921II. İnönü Zaferi 23 Mart-1 Nisan 1921Sakarya Zaferi 23 Ağustos-13 Eylül 1921Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer 26 Ağustos 9 Eylül 1922Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparıldı. 13 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda barış" temelleri üzerinde yükselmeye Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla bir dizi devrim yaptı. Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz1. Siyasal Devrimler Saltanatın Kaldırılması 1 Kasım 1922 Cumhuriyetin İlanı 29 Ekim 1923 Halifeliğin Kaldırılması 3 Mart 19242. Toplumsal Devrimler Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi 1926-1934 Şapka ve kıyafet devrimi 25 Kasım 1925 Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması 30 Kasım 1925 Soyadı kanunu 21 Haziran 1934 Lâkap ve unvanların kaldırılması 26 Kasım 1934 Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü 1925-19313. Hukuk Devrimi Mecellenin kaldırılması 1924-1937 Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi 1924-19374. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler Öğretimin birleştirilmesi 3 Mart 1924 Yeni Türk harflerinin kabulü 1 Kasım 1928 Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması 1931-1932 Üniversite öğreniminin düzenlenmesi 31 Mayıs 1933 Güzel sanatlarda yenilikler5. Ekonomi Alanında Devrimler Aşârın kaldırılması Çiftçinin özendirilmesi Örnek çiftliklerin kurulması Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması I. ve II. Kalkınma Planları'nın 1933-1937 uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılmasıSoyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM'nce Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku'nu özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet İnan, Sabiha Gökçen, Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı. Şapkalarla ilgili daha iyi bilinen şiirlerden bazıları arasında 1867 şiiri "Coom, Bonnet'e bir" Şal ", Thomas Blackah," The Crumpetty Tree ", Edward Lear," Şapka'nın Ölümü "yazıyor ve James Tate tarafından "Ünlü Şapkaların Listesi". Ayrıca "Bat, Bat, Şapkamın Altına Gel" adlı bir Bahama Amerikan çocuk kafesi de var. Şapkalar ve baş örtüleri, sosyal durumu iletmek, kullanıcıyı unsurlara karşı korumak, bireysel tarzı ifade etmek ve dini ilişkileri iletmek için binlerce yıldır kullanılmaktadır. Çağlar boyunca popülerliklerine rağmen, şapkaların birincil konu olduğu bilinen az sayıda şiir vardır. Antik Yunanistan, şapka kullanmak için bilinen en eski kültürlerden biridir. Orta Çağ'da, hemen hemen herkes bir tür baş örtü takıyordu ve bu tip giyilen sosyal statü. 1800'lerde kadınlar için en popüler şapka stillerinden biri kurdela, çiçek ve tüylerle süslenebilen geniş kenarlı kaputtur. 2014 yılında dünyadaki en popüler şapka stillerinden bazıları; ascot, akubra, bere, bere, Panama, devriye şapkası, Fez, Fedora, beyzbol şapkası ve fötr şapka. Diğer yaygın kafa kaplamaları yün, Ghutrah, türban, toque ve başörtüsüdür.

şapka kanunu ile ilgili şiir